Bir varmış bir yokmuş…
Bir kent düşünün ne gazete, ne fotoğraf ne de hafızaya yönelik tek bir arşivi olan… İşte ben orada doğdum, Ordu'da. Bu kentle olan bağım, görmezden gelinen, konuşulmayan, yok edilen ya da tehlikede olan şeyler üzerinden gidiyor. Bunu ben tercih etmiyorum, şartlar beni bu pozisyonda konumlandırıyor. Yoksa, "ne olacak bu fındığın fiyatı?" ya da "bu sene hamsi bol, yesin gariban" muhabbetini hep kaçırıyorum. Yıllarca yurtdışında yaşamama rağmen duygusal olarak ailem dışında pek Ordu özlemi çektiğimi de söyleyemem. Almanya'da yaşayan gurbetçiler ne yardan ne serden olayını iyi kıvırıyor.
Fonda çalan bir plak sesi ile eski tabelalar üzerinden naftalin kokulu günlere uzanan bir yolculuk yazısı değil bu. Kent hafızası ve belleğini anlayamamamızın sebebi zaten tam olarak bu. Estetiği bu duygulara hapsedip daha sonra zamanla yok olan ya da değişime uğrayan hiçbir şeye sesini çıkarmayanlar, ah o günler, hey gidi günler diye ah vah edenler tüm detayların yok olmasına bugüne gelememesine sebep olanlar aynı zamanda.
Ordu Türkiye'nin belki de başka hiçbir ilinde bulunmayan bir tabela arşivine sahip. Yıllardır üzerinde çalıştığım bu arşiv Ali Saraç'ın 1940-1965 yılları arasında yaptığı kaligrafik değil adete birer tablo olan resimli tabelalarıyla başlıyor. Ali Saraç'a yalnızca tabela ressamı demek haksızlık olur; bir ressam, sanatçı Ali Bey. Daha sonrasında Aziz Ateş'in arşivi, 1970-2000 yıllarını kapsıyor. Aziz Bey de çok başarılı biri. Aziz Bey'in arşivinde gördüğüm 400'e yakın tabeladan bugüne gelmiş 20 tabelayı tespit edebildim. Ali Saraç'ın sadece bir cam üstü apartman yazısı bugüne gelebilmiş. Tabii, bu iki tabela ressamı üzerinden gitmiyor Ordu'nun tabela tarihi, başka isimler de var: Faruk Gürler, İbrahim Ateş, Birol Yılmaz, Ufuk Melikoğlu, Ünal Akdeniz, Nurati Akdeniz, Mehmet Seydi ve Düzceli Faruk.
Yazının tabela ressamları ve tabela çalışmalarının fotoğrafları ile çok daha etkili bir köşe yazısına dönüşeceğinin farkındayım. Arşivimde bu konuda çok zengin ama bu tabela fotoğraflarına bakıp "harika ya, inanılmaz, ne kadar güzelmiş eskiden, şu güzelliğe bak!" diyen insanların heveslerinin geçici olduğunu, bir süre sonra "her şey bitti tabela mı kaldı" diyerek hayatlarına devam edeceklerini bildiğim için ben de tersten anlatmak istedim. Sonuçta bir Çetin Altan değilim, olamam da ama madem yazar olarak burda yazıyorum, Mehmet Y. Yılmaz ile aynı yerde! Mehmet Y. Yılmaz Hürriyet'te yazarken babam şöyle derdi: "Şu adam da olmasa bu gazeteyi alıp okumam". Uzun süredir T24 uygulamasından okuyor yazılarını, gözlemlediğim kadarıyla nostaljik bir gazete özlemi de çekmiyor, benden daha uyumlu zamana.
Bu hay huyun içinde Erdoğan gitmeden, ülke feraha ermeden utanmadan tabela konuşuyoruz… Sanki, gelenlerle bunları konuşacağız. İmamoğlu'nun kent estetiği ve hafızası üzerine ufuk açıcı konuşmaları ve faliyetlerinden başımız dönüyor biliyorsunuz! Ekrem Bey'in Beylikdüzü'nde sergilediği koleksiyonunu görmek için gidilmesi gereken Beylikdüzü Belediye durağı Mecidiyeköy'den metrobüsle 32 durak. Bazen her şeyi unutup küçük bir yolculuğa çıkmak istersin.
Kılıçdaroğlu seçilirse, bak şimdi içime doğdu, aday herhalde o. Ülkeyi soymuşlar deyip ki bildiğimiz şeyler aslında, önce ülkemizi, çünkü önce vatan, sonra bizi kurtaracak, işi uzun biraz, Allah yardımcısı olsun. İşler düzene girmeye başladığında yani bir dahaki seçim zamanı, bu ıvır zıvır kent detaylarını konuşma fırsatı olmasa da umudunu bize verecektir. Yeni nesil bu politik çukura düşmüyor, bak nasıl debeleniyorum ben. Konumuza dönelim, deneyelim en azından, yazının gücünü görselin kolaycılığına mahkûm etmeden büyük resmi ahşap çerçevesinden anlatalım.
Ahşap çerçevesinden anlatalım dedik madem, Ordu Ermenileri'nden Harutyun Artun'un tabelasıyla başlayalım. Dün beraberdik, çektiğim fotoğrafı da yazının kapak fotoğrafı yapalım. Aylin bazen bana söyleniyor; şu fotoğrafları bilmem ne formatına uygun yollamıyorsun uğraşıyorum, diye… Konudan konuya geçiyorum farkındayım ama yazı içinde samimi sıçramalar, ilginç detaylar, nereye varacak bu diye merak uyandırır, sonunu iyi bağlamak lazım. Muhsin Kızılkaya, İsveç'te bir parktan başlar, Hakkari'ye mutlaka uğrar, bir Cihangir güzellemesi, sağdan sola soldan sağa bir şair yoklaması yapıp Dengbej Şakiro ile yazıyı bitirir. Ben daha o kadar cambaz olamadım tabii!
Nerede kalmıştık? Harut Amca'nın tabelasında…
İstanbul, Kurtuluş'ta Harut Amca ile konuşurken aile albümünde eski, siyah beyaz bir fotoğrafta gördüğüm dükkan tabelasını sorduğumda 1960'larda tabela ressamı Aziz Ateş'e yaptırdığından bahsetmişti. Dükkanını kapattığında sarıp sarmalayıp saklamış. Bu tabela hem fırça yazısı olması hem de üzerindeki desenlerin içerdiği ince işçilik açısından güzel bir örnek. Ordulu sanatkâr bir Ermeni'ye ait bugüne gelebilen tek tabela olması da, kentin çok kültürlü yaşamının bir göstergesi. Ordu'da buluştuğumuzda tabelayı görme şansım oldu. Tabela temiz durumdaydı sadece ahşap çerçevesi yıpranmış, ona bakım yaptırmak istediğini söyledi. Ahşap çerçevenin tabela gibi, işçilik ve ahşap detayı açısından bir özelliği yok aslında ama o da ben de o ahşap çerçevenin o tabeladan ayrıldığında ne hissedeceğimizi biliyorduk. 96 yaşında olan Harut Amca ahşap çerçevenin sağ alt köşesinden kopan parçaya demir pençe attırıp koruma boyası yaptırdı ve tekrar korumaya aldı. Tabelayı depoya getirip koyduk, orada duran içi boş ahşap bir resim çerçevesini elime aldığımda Harut Amca anlatmaya başladı:
"Çerçevede aile fotoğrafımız vardı, düştüğünde cam içindeki fotoğrafı yırttı, 40 yıldır duruyor burda, ben ona baktığımda hep fotoğrafıyla görüyorum, çerçevesi anısını yaşatıyor ama artık gelemiyorum sen al."
Çerçevenin içinde bulunan aile fotoğrafını görme şansımız yok, gerek de yok! Artık o boş çerçeveye baktığımda Harut Amca ve ailesini hatırlayacağımı bildiğim için ben de duvara fotoğrafsız astım.
Ordu'da uzun dönem faaliyet gösteren kuşaklar arası kent hafızamızı canlı tutan mekanlar ve yapılar artık yok. Yani annemin benim yaşımdayken gittiği bir yere benimle beraber tekrar gitme şansı kalmadı. Başka bir kente taşınmış gibi…
Kent ve mekan hafızasını gelecek kuşaklara aktarılabilmesinin bir yolu da bu tabelalar.
Kente uzun yıllar hizmet vermiş, bu bir terzi de olabilir, pastane de, fotoğrafçı da, kırtasiye de… Mekanlarla olan ilişkimiz o yerin sokağından başlayıp tabelasına kadar devam ederken bizde uyandırdığı hafıza etkisinin ve duygu geçişinin derinliği tahmin dahi edilemez.