Zaten sıkça görüşen ve daha da sık telefonlaşan Türkiye ve Rusya liderleri Erdoğan ve Putin bu sefer nedenini açıklamadan Kasım’da planladıkları görüşmeyi öne çektiler. 28 Eylül’de Ankara’da düzenledikleri zirvede neler görüşüldüğünü ise, “oldukça yuvarlak açıklamalar” ile geçiştirerek ve gazetecilere soru sorma hakkı tanımayarak kamuoyu ile net biçimde paylaşmadılar.
Bu durumda bize, ilişkilerin genel gidişinden son zirveyle ilgili dile getirilenlerin satır aralarına kadar bir dizi faktörün analizine ve öngörülere dayalı değerlendirme yapmak kalıyor.
Zirve sonunda Erdoğan’ın daha geniş açtığı ilişkiler yelpazesindeki (ikili ticaret, enerji, turizm, IKBY referandumu, Suriye vs.) ana vurgu, Putin’in söze başlamasıyla yerine oturdu: Asıl mesele yine Suriye idi.
Konunun birçok ayrıntısı olduğuna kuşku yok. İlan edilen çatışmasızlık bölgelerinden dördüncüsü olan İdlib’te hangi önlemler alınacak, TSK’nın İdlib’e girmesinin Afrin’deki dengeleri radikal biçimde bozmaması için Moskova’nın “tavsiyeleri” nelerdir, ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri’nin Deyr ez Zor’a ve oradaki petrol kaynaklarına egemen olma ihtimalinden rahatsız olan Moskova, Şam ve Ankara ne tür karşı adımlar atabilir ve Suriye Kürtlerine karşı izlenecek tutum ne olmalıdır gibi...
(Bu arada bir Rus internet sitesi, 28 Eylül gece yarısında Suriye’de yönetim ile bazı muhalif güçler arasında ateşkese gidildiği, “Kaplanlar” adlı Şam’a bağlı özel birliklerin de Deyr ez Zor’a kaydırıldığı iddiasına yer verdi.)
Konuya daha geniş açıdan bakmakta yarar var: 2011’den bu yana birçok aşamadan geçen, tam iki yıl önce (30 Eylül 2015’te) Rusya’nın askerî sahneye çıkmasıyla kaderi değişen Suriye’deki savaş sona yaklaşıyor (bazı uzmanlara göre gelecek yıl içinde tamamlanması ihtimali var). IŞİD’in kesin yenilgisine az kalmışla benziyor.
Rusya destekli Suriye silahlı kuvvetleri, ülkenin yaklaşık yüzde 90’ına hâkim olmuş durumda.
“Dostum Esad”, ardından “katil Esed”, şimdilerde “Esad” - ve yakın gelecekte muhtemelen “Sayın Esad” - hep ülkenin lideri...
Bu gerçeği kabul etmek, galiba Suriye savaşının son aşamasında ve savaş sonrasında masada ve sahada olmanın şartlarından biri.
Suriye’de Rusya ile birlikte ve onunla koordinasyon içinde attığı adımlarla ilerleyen Türkiye, artık “Esad mutlaka gitmeli” tezini dile getirmiyor.
Esad ise kısa süre önce isim vermeden “Geçmişte şu ya da bu şekilde hata yapmış olan pek çok bölgesel oyuncuyu affetmek gerektiğini” söyledi.
Acaba Ankara ve Şam, Moskova’nın arabuluculuğunda el sıkışmaya mı hazırlanıyor? Kapalı kapılar ardında görüşülen konulardan biri de bu “zorunlu barışma süreci” olmasın?
Bugünlerde “havuz medyası” (ve tabii “havuz kenarındakiler”), Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) referandumu konusunda Ankara ile Moskova’nın aynı görüşte olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyor. Gerçekten öyle mi? Her iki başkentin de “Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduğu” yolundaki açıklamasıyla tüm konu özetlenebilir mi?
Irak yönetimiyle ilişkilerine özen gösteren Kremlin’in Iraklı Kürtlerle de yakın bağları var. Özellikle de enerji ticareti bağlamında.
Gazprom Neft, Lukoyl ve Rosneft gibi dev Rus şirketleri yıllardır bölgeye büyük ilgi gösteriyor. Kısa süre önce Rosneft’in Kuzey Irak’ta milyarlarca dolarlık yatırım yapacağı açıklandı.
Moskova bölgede herkesle iyi geçinmeye çalışıyor. Referandumun yapılmasından çok memnun olmuşa benzemese bile, ona karşı sesini yükseltmiyor.
Dahası Irak’ta da Suriye’de de Kürtlerin şu veya bu biçimde bir özerklik sahibi olması fikrine soğuk bakmıyor. (Astana Süreci’nin başında Rusya tarafından önerilen Suriye Anayasası Taslağı’nda Kürtlere özerklik fikri olduğunu hatırlayın.) Zaten Rusya Federasyonu’nun kendisi, savunma ve dış politikası merkeze bağlı özerk idari birimlerden oluşuyor.
Ayrıca Moskova, her iki ülkede de Washington’la sıkı ilişkiler içinde olan Kürtlerle bağlarını güçlendirme amacı taşıyor ve bu yolda ciddi avantajları olduğu kanısında (özellikle de Suriye’de, Esad’la Kürtlerin uzlaştırılması konusunun, büyük ölçüde kendi inisiyatifinde olduğunu düşünüyor.)
Bütün bunlar Kürt konusunda “büyük hassasiyetleri” olan Ankara’nın hoşuna gidecek yaklaşımlar değil. Dolayısıyla şu anda Türkiye ile Rusya arasındaki “yakın pozisyondayız” fotoğrafında yarın ciddi çatlaklar oluşması ihtimali var.
Ankara’daki zirve sonrasında hem Erdoğan, hem de Putin iki ülke arasındaki ticaretin ve turizmin nasıl geliştiğini büyük bir memnuniyetle anlattılar. Rus lider, Ocak-Temmuz 2017 döneminde ikili ticaretin geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 31,5 arttığını, Türkiye’ye gelen Rus turistlerin sayısının ise tam 11 katına çıkarak 2,5 milyona ulaştığını vurguladı. Bu gelişme elbette selamlanabilir; ancak buradaki ciddi yükseliş oranının aslında “uçak hadisesi” sonrasında kapatılan muslukların tekrar açılması sürecini yansıttığını unutmadan yorum yapmakta yarar var.
Zirve sonrasında Erdoğan’ın “alışkanlık gereği” artık iyice eskimiş ve içi boşalmış olan “100 milyar dolarlık karşılıklı ticaret” hedefini hatırlatması ise fazla anlam taşımıyordu. (2008’de 38 milyar dolara yükselmiş olan ikili ticaret hacmi, geçen yıl 16 milyar dolar civarındaydı.)
Bu arada “Rusya ile ticaret” deyince aklına yalnızca “domates” gelen Türkler ve Sayın Ekonomi Bakanı Namık Zeybekçi için ekleyelim: Zirvede “domates yasağı” kalkmadı, sadece “kalkacağı” yolunda vaatler tekrarlandı. Anlaşılan Ruslar bir süre sonra yasağı tümüyle olmasa da kısmen ve belki dönemsel olarak kaldıracaklar ve Türklerin de zafer çığlıkları atarak bayram yapması gerekecek.
Gelelim daha önemli konulara. Büyük enerji projelerinden Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı’nın 300 km’lik bölümünün döşendiğinin ve çalışmaların başarıyla sürdüğünün altı çizildi.
Ancak 2010’da anlaşması imzalanan ve son dönemde sürekli gündemde tutulan Akkuyu Nükleer Santrali Projesi’nin bir türlü hızlanamadığı ortadaydı. Ruslara verilmesi gereken izinlerin tamamlanamamasının yanı sıra, 22 milyar dolarlık projenin finans sorunlarının çözümü doğrultusunda da henüz adım atılamamış durumda. Yüzde 49’luk hisse Cengiz-Kolin-Kalyon Konsorsiyumu’na verilecek mi? Türk tarafı bunun için gerekli 8-10 milyar doları bulabilecek mi? Süresi 60, hatta 80 yıla kadar uzanan bu dev projede uzun vadeli adımlar atmak, bugünkü istikrarsızlık şartlarında nasıl mümkün olacak? Taraflar, bu zor sorulara birkaç ay içinde cevap bulmak zorunda.
Son aylarda Türkiye-Rusya ilişkilerindeki en ilgi çekici haberler, hiç kuşkusuz ki, S-400 füze savunma sistemiyle ilgiliydi. “Satın alırız”, “alamazsınız”, “anlaşma imzalandı”, “imzalanmadı”, “Türkiye’de de üreteceğiz”, “üretemezsiniz” vs. iddialar ve söylentiler ortalığı toz dumana karıştırmışken, Ankara Zirvesi sonrasında Putin ve Erdoğan’ın bu konuda tek kelime bile etmemesi çok enteresandı. Herhalde iki lider de bu konudan son derece rahatsız olan Batı’nın damarına basmak için bu kez de “sessiz kalma” taktiğini benimsemişti.
Anlaşmasının yapıldığı ve kaporanın bile verildiği söylenen bu önemli askerî ticaret olayı, ayrı bir yazıda incelenmeyi hak ediyor. Ancak bugün için – anlaşma yapılsa ve kapora verilse dahi – bu konunun olup bitmiş sayılacağını öne sürmenin erken olduğunu vurgulamakla yetinelim. Bir zamanlar uzun tartışmalardan sonra seçilen Çin hava savunma sistemi FD-2000 ile ilgili anlaşma yapılmış, ancak üç yıl sonra “pardon” denilerek projeden vazgeçilmişti.
Ve son olarak Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler kompleksinin hâlâ büyük ölçüde Suriye’deki askerî-siyasi işbirliğine bağlı olduğunun ve 24 Kasım 2015 öncesi güven ortamının tesis edilemediğinin altını çizdikten sonra, küçük bir ayrıntıyı ekleyerek yazıyı bitirelim:
“Uçak hadisesi” sonrası buluşmalarda Erdoğan’ın Putin'e “dostum” dediğini çok duyduk (28 Eylül’de de sekiz kez bu kelimeyi kullandı); ancak şimdi Putin de Erdoğan’a “dostum” diye seslendi.
Acaba neden?..