Ben seni tanıdığımda sen gitmiştin.
Bugün sensizliğin 40. günü.
14 yıl önce geldin, 2 yıl önce hasta olduğunu öğrendin, 16 Nisanda gittin.
Seni yakalayamadım. Oysa sana sormak istediğim çok şey vardı.
Ölüme koşarken hızla, nasıl böyle doyasıya yaşanır, diye soracaktım sana.
Nasıl sevilir hayat, bu kadar azalarak kayıp giderken insanın ellerinden? Ve aynı anda nasıl dost olunur ölümle, meraklı ve huzurlu bir bekleyişle?
Başka sorularım da var aslında, vaktiyle çok konuşup da uzun yıllardır sessizlik tepelerinin gerisinde sakladığım; onları muhtemelen sana da sormayacaktım yüksek sesle; ama verdiğin cevapların rüzgârında kendi başıma uçmayı deneyecektim o tepelere bir kere daha.
Sormayacaktım, neden yaşarız diye... Neden geldik bu dünyaya, amacımız ne diye... Hayatın anlamını da sormayacaktım…
Ama sana acıyarak bakanlar çok az zamanın kaldığını hatırlattığında, onlara verdiğin cevabı bir de ben tekrarlayıp manasını anlatmanı isteyecektim:
- Mesele kalanı iyi değerlendirebilmektedir; kalan zamanı, kalan enerjiyi, kalan fırsatları!.. ‘Son kareye kadar’, ne kaldıysa, dolu dolu yaşayarak!..
“Son kareye kadar”… Ne kadar da severdin sen bu sözü…
* * *
İnsanlara hediye almak çok önemlidir bence, özellikle de çocuklara. Bu işi baştan savma yapanları hediyeleriyle beraber çöpe uğurlamalı.
Bir gün, sen daha okuma-yazma bile bilmezken, annen sana fotoğraf makinesi almıştı. Çok sıradan, çok ucuz, çok basit, ama senin için “sihirli bir kutu”.
O kutudan sonsuz bir hayat çıkardın sen. Evirdin çevirdin, kurcaladın, yüzlerce kez düğmesine bastın ve yüzlerce kez oradan doğan “mucize” ile ruhunu bütünleştirdin…
Daha çok fotoğraflarda değil, fotoğraflarla büyüdün. Sanatçı olduğunu fark etmeden hayata bakışını, daha doğrusu “bakış açını” mükemmelleştirdin. Işıklara, gölgelere ve renklere hükmetmesini öğrendin.
Ve her seferinde daha bir özenle bastın deklanşöre… Tekrar tekrar… “Son kareye kadar”…
Fotoğraf tutkunla yarışan tek şey vardı: Kitap! Büyük bir açlıkla yüzlerce kitap okudun.
Sonra hasta olduğunu öğrendin. Hastalığın ölümcüldü.
Bu son cümleyle, o korkunç iki kelimenin yıkıcı gücüyle boğuştun bir süre; onu reddedemeyeceğini anlayınca sindirmeye karar verdin. Fotoğrafçılıktan biliyordun zira, her zaman mesele “bakış açısı”nı doğru seçebilmekti.
* * *
En büyük yardımcın annendi. O, sendeki ölümü değil hayatı sulamak için elinden geleni yaptı. Çünkü senin ölümsüzlüğüne inandırmıştı kendini. Bir gün seni birileriyle tanıştırdı. Bir vakıf adı telaffuz edilip duruyordu. Güzel bir adı vardı vakfın: Vera. Yani inanç…
Sen o akşam internette Vera Vakfı’nın sitesine girdin. Ana sayfaya ulaşan herkesin karşısına çetin bir cümle çıkıyordu:
“Bir insanı tedavi etme imkânının kalmaması, ona hiç yardım edilemeyeceği anlamına gelmez.”
”Yardım”!..
Bu kelime bazen senin yüreğinde aynı anda iki titreşime yol açardı. Kanser hastalığının biriktirdiği ağır çaresizlik duygusundan dolayı hiç sevmezdin onu. Artık ne para gerekliydi sana, ne de ameliyat; insanlar bunu bir anlayabilseydi!.. (Senden geri kalan sosyal medya sayfalarında defalarca okudum yazdıklarını: “Dostlar, sizden yardım falan istemiyorum…”)
Diğer yandan “yardım” senin için o kadar sıcak bir kelimeydi ki… Zaten bütün insanların ihtiyacı vardı ona. Çok güçlü olsalar bile. Çünkü insandılar. En abartılı güçlerinin gerisinde bile yalnızlıkları ve zayıflıkları gizlenirdi.
* * *
Peki, ama nasıl olacaktı “tedavi edilme imkânı kalmayan insana yardım etmek”?
Vera Vakfı para toplamıştı. Hayır, ölüme mahkûm bir hastaya boş bir umut sunmak için değil, sadece güzel bir hediye almak için.
O hediyeyi aldığında, sana epeyce yaklaşmış olan ölümü neredeyse tümüyle unuttun.
Fotoğraf makinesiydi aldığın hediye. Hem de çok özel, çok pahalı, çok gelişkin bir modeldi.
Kum saati tükenmeye yüz tutmuşken sen mutluluğun doruklarına tırmandın. Moskova’da annenle birlikte yaşadığın tek odalı daireyi bir fotoğraf stüdyosuna çevirdin.
Vera Vakfı’nın yardımıyla ünlü insanlar sana “misafir” geliyor, sonra saatlerce poz veriyordu. Onların fotoğraflarını çekerken “mucizeler” yaratıyordun. Çoğunlukla ayağa bile kalkamıyor, yattığın yerden biraz doğrularak fotoğraf çekiyordun. Acıların yoğunlaşmıştı, günde en fazla üç saat çalışabiliyordun.
Eserlerin o kadar iyiydi ki, kısa süre sonra bir fotoğraf sergisi teklifi aldın. “Misafirler” adlı sergin çok başarılıydı. Tek eksiği senin katılamamandı.
Sergiyle ilgili haberler medyada o kadar yankılandı ki, ben bile ta Türkiye’den duydum; fotoğraflarına hayran oldum; ama daha çok sana…
“Marjana Sadıkova adlı 13 yaşındaki bir kız çocuğunun şaheserleri” diyordu bir haberde. Asıl şaheser sendin oysa…
* * *
Bu kısa hayattan (belki biraz da yaklaşan ölümden) o kadar çok bilgelik elde etmiştin ki, çocukluğun çok gerilere savrulmuştu.
Gazeteciler birbiri peşi sıra söyleşiler yapıyordu seninle. Senin kökleri hayatla ölümün sınırına dayanan derin düşüncelerin ve duyguların insanların o kadar ilgisini çekiyor, herkes sana o kadar inanıyor, senin iç dünyanı o kadar merak ediyordu ki, seninle ilgili videolar internette izlenme rekorları kırıyordu.
“Adalet kavramına pek takılmayın; kıskançlığa, kedere ve umutsuzluğa kapılmayın!”, diyordun sen orada, “Sahip olduklarınızın anlamını çözüp kendinizi tanımaya ve geliştirmeye verin dikkatinizi!”
Ve ekliyordun:
“Acılarınızı, şanssızlıklarınızı, başarısızlıklarınızı ve kaderinizin kötü sürprizlerini abartmayın. Bunların hepsi hayat! Hastalık da bir parçasıdır hayatın, ölüm de… Ama hayallerinizi önemseyin. Ve mutlaka onların peşinden gidin! Tüm gücünüzle!.. Hayatınızın son karesine kadar!..”
Birkaç Rus gazetesinde seninle ilgili haberlere tesadüfen aynı başlık atılmıştı; senin bir cümlendi bu:
“Sınırlı imkân da bir imkândır!”
Yıllar önce gazeteciliği mektebinde okurken, haber başlığının kolay anlaşılabilir olması gerektiği öğretilmişti oysa bana.
Bu cümlenin gerçek anlamını belki sadece sen biliyordun.
Yazık ki soramadım bunu sana.
Ölüme koşarken hızla, nasıl böyle doyasıya yaşanır, diye de soramadım.
Maalesef tanışamadım seninle.
Ben seni tanıdığımda sen gitmiştin.