Dünkü yazımızın konusu "Hasan Cemal olayı" ve Derya Sazak'ın ilgili açıklamalarıydı. Elbette bu, medyada ne bir ilk oldu ne de son olacak. Ama yine de "özel" bir gelişmeydi; çünkü Hasan Cemal sıradan bir gazeteci değil; ayrıca olay, eski ve hâlâ önemli bir gazete olan Milliyet'in geleneksel çizgisi ve okur kitlesi ile yeni patronu ve onun siyasi-ticari tercihleri arasında yaşanan-yaşanacak olan çelişkilerin sergilenmesi açısından da ilginç bir örnek.
Ve elbette mesele, iki-üç kişinin tavırlarından ibaret değil, çok daha kapsamlı. Bakış açımızı biraz daha genişletmeyi deneyelim.
Bizdeki egemen medya sisteminin beş ana ögesini sıralayalım:
1. AKP iktidarı ve sistemin mimarı olarak Başbakan Erdoğan. 2. Medya patronları. 3. Medya kurumlarının yöneticileri (genel yayın yönetmenleri, genel müdürler vs.) 4. Gazeteciler (köşe yazarları, yorumcular, program yapımcıları da içinde elbette). 5. Okurlar, izleyiciler, dinleyiciler...
Başbakan Erdoğan, 22 Martta Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu’nun bir sorusuna cevap verirken, Milliyet ve Vatan gazetelerini Doğan Grubu’ndan satın alan Erdoğan Demirören’in kendisine “Kimi tavsiye edersiniz?” diye sorduğunu, kendisinin de eski basın danışmanı Akif Beki’yi tavsiye ettiğini söyledi.
Burada doğrusu insan ne diyeceğini şaşırıyor. Allahtan Başbakan Erdoğan bazen epeyce açıksözlü konuşuyor da bunları kuşkuya ve tartışmaya yer bırakmayacak berraklıkta öğrenebiliyoruz. Ne var ki, Türkiye'nin en büyük medya patronlarından birinin Başbakan'a "Kimi yönetici yapmamı istersiniz?" sorusunu yöneltebilmesi ve Başbakan'ın da ona "Bana ne, kardeşim! Ben koskoca başbakanım; memleketi yönetiyorum; senin gazetelerine yönetici seçmek benim işim değil ki!" diyememesi gerçekten acı. Ama halimiz budur işte!..
Başbakan, devamında, Hasan Cemal'in atılmasını istemediğini söylüyor. Bilemeyiz, haklı olabilir. Belki çok da önemli bir ayrıntı değildir bu. Çünkü kendisi köşe yazarlarına sık sık sert tepki gösteren ve bazen medya patronlarına "O adamları köşe yazarı olarak nasıl tutuyorsunuz?" diyerek kapıyı göstermelerini tavsiye eden hoşgörü sınırı oldukça yakın bir lider.
Diğer yandan ülkemizde öyle bir tablo var ki, medya patronları için medya, fazla sevilmeyen, maddi olarak genellikle zarar getiren, angarya ve yük olarak görülen bir iş. O halde neden medya sektörüne giriyorlar diye sormayacaksınız, değil mi? Onlar için iktidara bağlılıklarını, onun güçlenmesi için kamuoyunun manipülasyonunda hizmete hazır olduklarını gösterme yöntemi medya. Genellikle büyük proje ve paraları kazanmak için ödenmesi ve katlanılması gereken bir bedel. Kimisi "zorla", kimisi "bunu da en iyi ben yaparım" iddiasıyla girmiş bu işe. Ama kimse çok mutlu olmuşa benzemiyor.
Onların mutsuzlukları, haliyle en çok medya yöneticilerine yansıyor. Patronlar, iktidara hizmet etmesini, en azından sorun çıkarmamasını istedikleri ve sahip oldukları her şey (örneğin, banka hesapları, inşaat malzemeleri veya meyve-sebzeler vs.) gibi "tümüyle kendilerine ait" sandıkları medya kuruluşlarından Başbakan'ı kızdırabilecek sesler yükselmesine dayanamıyorlar. Ve gazeteci bile olsa, konumu itibariyle "işveren temsilcisi" olan genel yayın yönetmenlerini ve müdürleri sıkıştırıyorlar.
Medya yöneticileri ise sık sık sahip oldukları kariyer, para ve bilimum avantajlar ile gazetecilik ilkeleri ve mesleki etik (hatta genel olarak ahlak ve vicdan değerleri) arasında seçim yapmak zorunda kalıyor. Tabii seçimlerinin sonuçlarına katlanırken hem kendilerine hem de başkalarına karşı kullanacakları ciddi argümanlara ihtiyaç duyarak.
Son haftalarda Başbakan'ın inisiyatifinde atılan adımlarla Türkiye'de on yıllardır süren iç savaş ortamına son verilmesinin koşulları ortaya çıkmaya başladığından ve bu sürecin toplumun ezici kesimlerince desteklenmesinden dolayı, medya açısından "iktidarın kanatları altına girmek" daha da kolay ve konforlu bir hal aldı: "Bunca yıldır özlediğimiz barış gelecek! Bu yolda tarihi adımlar atan Başbakan'ı eleştirmenin sırası mı!"
Sadece "yandaş" tutumları tescillenmişler değil, "daha prestijli orta alanlarda yer alanlar" da, günümüzde medya özgürlüğünü "önce barış" sloganının arkasında bir yerlere itekleyip gizleyerek demokrasisiz bir barışın tüm risklerini toplumun ayaklarına birer pranga gibi bağlama eğilimindeler. Elbette en başta kendi sığ çıkarları ve korkuları nedeniyle. Birçok medya yöneticisinin bu konuda "üstün hizmet verdiği" ortada.
Adaletli olmak adına, onlara yönetici olmasa da şu veya bu düzeyde etkili sayılan bir dizi gazeteciyi daha ekleyebiliriz. "Geçmişin korkusuz aslanları" ve "iktidara kurban verilen gazetecilerin (eski) arkadaşları" da dahil. Suskunluklarıyla ve şaşılacak kadar "uslu", "ölçülü" tavırlarıyla dikkat çekenler (veya tersine, "fazla dikkat çekmek istemeyenler") açısından galiba "zincirlerden başka kaybedecek" epeyce şey var. Ee, hayat zor: Çocuğun okul taksidi, ev ve araba kredileri, banka kartı borçları, durmadan pahalanan gelecek hayalleri...
Burada şunu da ekleyeyim: Bazı "kıvrak" meslektaşlarımızın medyayla ilgili eleştirilerini dile getirirken başkalarını, özellikle de (kendi patronu olmayan) medya sahiplerini suçlayarak Başbakan'ı (daha doğrusu Başbakan karşısında kendilerini) özenle korumaya çalışmasını, ifadelerde ve mimiklerde zavallı cambazlıklar denemesini ya da bir sonraki yazısında veya konuşmasında aşırı övgülerle iktidardan dolaylı özürler dilemesini izlemek pek eğlenceli oluyor. (Genel olarak bu günlerde "adil" ve "dengeli" davrandığı izlenimini vermek için ter döken bazı gazetecilerin ve medya kuruluşlarının sonunda nedense hep iktidar yararına şekilleniveren "orantısız ve aciz adalet gösterileri"ne seyirci olmak da öyle...)
Dün Twitter'de "gezinirken" Ahmet Ümit'in bir sorusu çarptı gözüme: "Sabah gazetelere göz attım ve aklıma şu soru takıldı: Özgürce yazamayan bir gazete okunmayı hak eder mi?"
Ne acı bir konudur bu Türkiye'deki on binlerce, yüz binlerce aydın okur için! Sayfalarından iktidarla patronlara teslimiyetin pis kokusu ve bağır-çağır muhalefetin gürültüsü değil; zekâ, ahlak ve edebiyat dolu temiz bir rüzgâr esintisi gelen güçlü bir gazete ne büyük bir hasrettir bu memlekette!..
Çok uzaklara gitmeyeceğim. Yakın tarihten aklıma gelen birkaç gazeteyi sıralayım: Yeni Yüzyıl (1994'te çıktı), Radikal (1996), Taraf (2007)... Sözünü etmeye çalıştığım okurları umutlandıran, besleyen, bazen de hayal kırıklığına uğratan özel, farklı gazeteler...
Bunların arasında en sıcak örnek olan Taraf'la ilgili olarak yazdıklarım, olumlu ve olumsuz görüşlerim T24'ün yakın dönem arşivinde var; tekrardan kaçınacağım. Ama bu gazete, özellikle de "Taraf'ı Taraf yapan" kurucusu Ahmet Altan'ın yönetimindeki son 1-1,5 yılda Türkiye'de iktidara karşı akıllı, cesaretli ve ilkeli tutum almanın pek çok örneğiyle doluydu. Son 3,5 aydır Ahmet Altan'ın yazılarını özleyen binlerce okurdan biri olduğumu itiraf edeyim.
Taraf bugün de birçok değerli gazetecinin ve seçkin köşe yazarının çalıştığı, dikkatle takip edilmesi gereken yayınların arasında ön sıralarda. Ancak giderek eski çizgisinden uzaklaştığı bir gerçek. Gazetenin yayımladıkları ve yayımlamadıkları, yeni yöneticisi Oral Çalışlar'ın açıklamaları ve onun ısrarla vurguladığı gibi "değişen üslubu" ortada.
Bana öyle geliyor ki, "eski Taraf" Hasan Cemal'in işinden uzaklaştırılmasını hem daha geniş, hem de "daha derin" görürdü. Milliyet'in İmralı tutanaklarını haberleştirilmesini - bazı yönlerden eleştirse bile - gazetecilik açısından başarılı bulurdu. En önemlisi, kendisi manşetleriyle ülke gündemini daha fazla etkilerdi.
Oysa Zaman'dan Nuriye Akman’ın "Uzun zamandır gündemi sarsan, Türkiye’yi ayaklandıran bir manşeti yok Taraf’ın" saptamasına Çalışlar bakın nasıl cevap veriyor:
"Doğru. Çünkü Taraf’ın o yayınları yaptığı dönemde Türkiye kritik bir dönemden geçti. (...) Bugün daha çok barış ve uzlaşma koşullarında müzakere ve diyalog dönemine geçtik. (...) Çözümcü bir dilin egemen olması gereken bir dönem. (...) Diyor ki, Başbakan: 'Zehir olsa içerim bu çözüm için.' Daha ne desin! Koltuğumu, her şeyimi feda ederim, yeter ki bu iş çözülsün diyor."
Kanımca bu yaklaşımlarla ve üslupla Taraf'ın, iktidarın kucağındaki ve çevresindeki birçok medya kuruluşunun giderek genişleyen halkasına adım adım yaklaşırken - belki son aylardaki oldukça şaşırtıcı tiraj artışıyla birçok gazeteyi geride bırakarak da olsa - kaybedeceği bir şeyler olacağı kesin...
Böyle bir ortamda iktidarın siyasi baskılarına ve ekonomik zorluklara bakarak "gerçek gazetecilik yapmak neredeyse imkânsız" gibi görünüyor bazen. Ama elbette öyle değil. Birçok medya kuruluşlarında, sansür ve otosansür bataklığına batmadan adım adım ilerlemeye çalışarak başarılarını sürdüren meslektaşlarımız var.
Kolay değil gazetecilik yapmak! Yani sadece gazetecilik yapmak!.. Ve bağımsız olmak! Yani kimsenin ağzına bakmamak!.. Biz bunu iyi biliyoruz.
Bağımsız internet gazetesi T24, bundan 3,5 yıl önce, iktidarla, siyasi ve ekonomik güç odaklarıyla hiçbir çıkar ve bağımlılık ilişkisine girmeden, "sadece gazetecilik yapmak" gibi ulaşılması hiç de kolay sayılmayacak bir amaçla kuruldu. Bu zorluğu o zamanlarda hisseden Doğan Akın, kurucusu olduğu T24'ü "Bizim için bir masal. Başımızı sokacak bir masal!" diyerek tanıtıyordu.
3,5 yıl sonra bugün bu masalın artık gerçek olduğunu herkes biliyor. Ve yine herkes biliyor ki, T24 hâlâ ciddi eksikleri, sorunları olan, mütevazı bir internet gazetesi. Ama mesleki açıdan kapatması gereken birçok açığına karşın, bugün medya dünyasında önemli bir ses ve gazeteciler açısından da özel bir çekim merkezi oldu.
Birkaç ay önce T24'ün kuruluş yıldönümünde Hasan Cemal şöyle diyordu:
"T24, 'Medya demokrasilerde sahip olması gereken çeşitlilik ve çok sesliliğe nasıl sahip olabilir' sorusuna karşı ciddi bir cevap girişimidir benim için. T24, gazetecilerin kendi sorunlarına ve editoryal bağımsızlığa sahip çıkmak konusunda umut veren yaklaşımlarıyla, gazeteci milletini tünelin ucunun karanlık olmadığına inandırabilir. Bu yalnız patron sorunu değildir. Gazeteci milleti kendi mesleğine patronlara da rağmen, güç odaklarına da karşı ne kadar çok sahip çıkarsa, gazeteciliğin ilkelerini ne kadar kararlılıkla savunursa, medya da demokrasilerdeki olağan yerini o kadar çabuk bulur. Hepimiz biliyoruz. Medya ve gazetecilik iyi zamanlardan geçmiyor. Ama karamsarlığa yer yok. Biz gazeteciler dertlerimizi ne kadar sahiplenirsek, gazetecilik diye bir meslek olduğunu ne kadar sık anımsarsak, tünelin ucundaki ışığa o kadar çabuk yaklaşırız."