Dün ne mi yaptım?
Hiç!
Öyle oturdum kaldım bilgisayarın ve televizyonun başında bütün gün.
Üzüldüm...
Hüzünlendim...
Kızdım...
Küfrettim...
Sakinleştim...
Sonra yeniden hüzünlendim...
Düşünmeye çalıştım...
Ama daha çok duygulandım...
Bir kederli şarkı takıldı dilime, deli gibi saatlerce tekrarlayıp durdum...
Şimdi yine o şarkıyı dinlerken dün aklımdan ve yüreğimden geçenleri sizinle paylaşmak istiyorum.
* * *
Hep kötü haberler sarmıştı çevremi.
Eski bir alışkanlıkla durmadan “Peki, ne yapmalı?” diye sorduktan sonra içine daldığın ve karanlık dehlizde kaybolup gitmene yol açan kapkara haberler...
Arkadaşlarımla konuşmak istedim. Vazgeçtim.
Birkaç kısa diyalogu saymazsak koca bir gün kimseye ilişmedim.
Ama sosyal medyadan birçok arkadaşımın yazdıklarını okudum.
Ne kadar kederli, ne kadar kızgın, ne kadar isyankâr olduklarını gördüm.
“Öteki taraf”ın yazıp söylediklerine de baktım.
İçimden bin bir çeşit duygu geçti yine...
Ardından yine hüzünlendim.
Aynı şarkıyı tekrar tekrar mırıldandım...
* * *
Sevgili arkadaşım Umur Talu bırakmış köşe yazarlığını.
Dün son yazısını okuyunca omuzlarım düştü önüme.
Yer çekimi bazen dayanılmaz derecede güçleniyor; ayakta durmakta, yere yapışmamakta zorlanıyorsun.
Öyle bir ağırlık işte!
Umur Türkiye’nin en dürüst, cesur ve yetenekli köşe yazarlarından biridir, belki birincisidir.
Bütün iktidarlara ve her türden güç odağına karşı mesafeli ve bağımsız davranabilmesiyle, gazetecilikle politikacılığı birbirinden ayırabilmesiyle örnektir.
Gerçi veda yazısında artık yazmayacağını, hepten bıraktığını söylemiyor; ama köşesine kasvetli bir kilit asıyor yine de.
Yazmaktan başka vazgeçenler de var. Ve vazgeçmenin sınırında olanlar. Eski yazma isteğini kaybedenler.
Onları öyle iyi anlıyorum ki. Ben de onlardan biriyim çünkü, daha ne söyleyeyim?..
Sen sağlığını, kendini koru, Umur! Bugün işgal altındaki ve zaten epeydir zar zor sığışmaya çabaladığımız sahneden inersek/indirilirsek bile, bir sonraki sahnede ışıklar yandığında – eskisine göre biraz daha yıpranmış, yaşlanmış ve gülüşümüze türlü hüzünler sindirmiş olsak da – yine ayakta durmak için şu sıralarda kendimizi korumaya çalışalım.
* * *
Onlarca insan öldürüldü yine. Yüzlerce kişinin gelecekleri, hayalleri, umutları söndürüldü.
Her bir insan hayatı, lanet olası siyasi hesapların topundan bin kat değerlidir.
Onca ölümün ardından bir an bile empati yapmayı denemeden hemen kolları sıvayıp “Başkanlık olmazsa kaos olur” ve “Başkanlık sistemi gelecek, terör bitecek” diye haykırarak politik kavgalara girişebilmek için nasıl bir yürek sahibi olmalı insan?
İçişleri Bakanı "teröristlerden intikam alınacak” dedi dün.
Devletin görevi intikam almak mı, yoksa yurttaşlarının can güvenliğini sağlamak mı?
Ne demişti Cumhurbaşkanı 8 ay kadar önce:
“Biz siyasiler ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz. Çünkü halk size oylarını ‘Benim can ve mal güvenliğimi sağlayacaksın’ diye veriyor.”
Kimden gelirse gelsin – PKK, IŞİD, öteki örgütler – tüm terör eylemlerini lanetliyorum.
Ama neden 2-3 yıl önce bütün bunlar olmuyordu? “Güzellikle 400 milletvekili verilmemesi” sonrasında, 7 Haziran’ın yok sayılarak 1 Kasım’da tablonun yeniden değiştirilmesinin ardından, neden her bir aşamada daha çok kan dökülüyor?
Bir sonraki adım başkanlık ise oraya kadar ve ondan sonra daha ne kadar kayıp vermemiz gerekiyor?
* * *
Köşe yazarlarından sosyal medyadaki dostlara kadar eli kalem tutan ve ağzı laf yapan hemen herkes, iktidar temsilcilerinin, bazı yerel yöneticilerin, yandaş gazetecilerin ve sözde araştırmacıların ipliğini pazara çıkarma gayretinde.
Onları okuyanlar ve duyanlar, zaten aynı fikirleri paylaşanlar.
Halkın öteki yarısı ise bütün bunları duymamaya ve görmemeye ölümüne kararlı.
İnatlaşmada kimse kimseden geri kalmıyor.
Hayata, ülkeye, halka elinden geldiğince zarar vermek için birbirleriyle yarışan politikacılar, partiler, örgütler, gazeteciler... Ve onları susarak ya da çılgın bir tutkuyla destekleyen milyonlar...
Peki bu korkunç çaresizlik tablosu içinde biz ne yapacağız?
Meydan okumak, öfke kusmak – anlaşılır olsa da – çözüm değil, inanın!
Olan biteni elimizden geldiğince yazıp anlatarak “yaşayan tarihin kaydını tutmak” ve neyin, neden, nasıl böyle olduğuna ilişkin nefret değil analiz dolu, aydınlatıcı bilgiler, yorumlar paylaşmaya çalışmak...
Ve insanların tamamen umutsuzluğa düşmesini engelleyecek, – her şeye karşın – mizah ve iyimserlik dolu paylaşımlar yapabilmek... Yalnızca siyasette de değil; sanat, edebiyat, film, müzik, ne varsa, onlar da dâhil...
Daha bitmedi elbet... Daha çok yara alacağız ve daha çok kayıp vereceğiz...
Ama bugünler de geçecek... Ve çoğumuz bugünlerin bittiğini göreceğiz.
* * *
Bunları düşündüm, hissettim, kendimle tartıştım, bazen birbiriyle çelişen görüşlere kapıldım, umut ettim ve karamsarlığa kapıldım dün.
Biliyor musunuz, bir insanın içinde birden çok insan ile binlerce duygu ve istek yaşıyor.
Dün sanki bütün bunlar devasa bir gökkuşağı gibi kuşattı beni.
Yorgun olduğumu hissettim.
Ama geleceğe inancımı kaybetmediğimi de anladım bir kez daha.
Ne var ki en fazla ağır basan duygu hüzündü.
Ve hüzünle söylenen bir şarkı eşlik etti bana bütün gün.
Paul Eluard'ın İkinci Dünya Savaşı'nın işgal edilmiş Paris'i hakkında yazdığı şiiri besteleyip söyleyen sevgili Zülfü Livaneli’nin şarkısını, şimdi yazıyı bitirirken belki yüzüncü kez dinliyorum.
Hani...
Kapılar tutulmuş neylersin. Neylersin, içerde kalmışız. Yollar kesilmiş, şehir yenilmiş, neylersin...
Diye başlayan... Ve...
Karanlık bastırmış. Sevişmezsin de neylersin...
Diye biten şu şarkıyı: