Biz gazeteciler, köşe yazarları, medya tezgâhlarındayız. Müşteri konumundaki siz okurlar yanımıza yaklaşıyorsunuz, bizi tutup kurcalıyorsunuz, sağa sola çeviriyorsunuz, dışımızı inceliyorsunuz, içimizi görmeye gayret ediyorsunuz, ihtiyacınıza ne kadar uyduğumuzu saptamaya çalışıyorsunuz. Ve birçoğumuzu yüzünüzü buruşturarak bir kenara atıyor, bazılarımızı -ya kendinden emin, ya da biraz kuşkulu bir ifadeyle- seçmeye karar veriyorsunuz.
Okur, hangi gazeteciyi ve yazarı neye göre seçer?
Bu soruya herkes farklı cevap veriyor:
"Çok iyi yazıyor!" (Ne demek bu? Allah bilir...)
"Gündemi ustaca yakalıyor."
"Olayların farklı boyutlarını görüyor, yeni bir bakış açısı öneriyor, sıradışı yorumlar yapıyor."
"Cesur, lafını esirgemiyor, kimseden korkmuyor."
"Kalemi kuvvetli, güzel cümleler kuruyor, makaleyi edebî anlatımlarla süslüyor."
"Tam içimden geçenleri yazıyor, benim düşüncelerimi ve duygularımı yansıtıyor."
* * *
Fikir hayatının ve hoşgörü ortamının gelişmesinde yüzyıllardır ciddi sıkıntılar yaşanan bir memlekette olduğumuz için bazen şaşılacak kadar keskin, sert ve kuşkucu olabiliyoruz.
En ufak bir fikir anlaşmazlığı, hatta yaklaşım farkı ile karşılaştığımızda, karşımızdakinden aniden nefret edebiliyor, dahası onun kötülüğünü, bazen yok olmasını bile isteyebiliyoruz. Düşman kazanmanın olağanüstü kolay olduğu bir coğrafya burası.
Bu durum okur-yazar ilişkisinde de geçerli.
"Ne yazıyor bu adam? Kimin çıkarlarını savunuyor? Arkasında hangi güçler var? Neye ve kime hizmet ediyor?"
"Falanca konuda ne diyor? Ya da filanca tartışmada hangi saflarda yer alıyor? Ergenekoncu mu? Ulusalcı mı? Yoksa iktidar taraftarı mı? Yandaş mı?"
"Kürt dedin; bölücü müsün?" "Atatürk'e ve Cumhuriyet'e karşı mısın?" "Yoksa Müslümanlık ve Türklük ile bir sorunun mu var?" "Ya da bütün derdin AKP'yi karalamak mı?" "Darbeciliği mi savunuyorsun sen?"
Son yıllarda bu "pek bir keskin" ve aslında olağanüstü ilkel ölçütler -aslında ölçüt bile değil kolaycı şablonlar- o kadar yaygınlaştı ki... Herkes siyasi dedektifliğe aday, kimse kül yutmuyor... Bazı konu ve kelimeler birer mayın misali ortalığa saçılmış, her daim patlamaya gebe!..
* * *
Bazen düşünüyorum da, kendini kayıtsız şartsız bir tarafa teslim etmiş olmak bir açıdan ne büyük rahatlık!.. Hiçbir şeye kafa ve yürek yorman gerekmiyor. Bütün cevaplar sıra sıra önündeki tepsiye dizilmiş: Büyük lider ve yüce belgeler ne diyorsa, öyledir! Bu kadar basit!..
Doğrusu bu psikolojiyi anlamakta hiç zorluk çekmiyorum. Çünkü hayatımın bir bölümünü üç aşağı beş yukarı böyle bir bağımlılık içinde geçirmiştim.
Evet, o dönemin inanılmaz çileleri ve zorlukları vardı; ama diğer taraftan "hazır cevaplarla yaşama"nın ne kadar kolay olduğunu buruk bir keyifle hatırlıyorum. Özellikle de, "sorularla yaşama"nın ağır yükü altında ilerlemeye çalışırken, bazen öğrendiği her bir gerçekle kafası daha bir karışan ve kendini iyice cahil hisseden insanların işinin ne kadar zor olduğunu görürken...
25-30 yıl önce -şartların tüm keskinliğine rağmen- aşırı derecede sadeleştirilmiş siyasi hayatta, "devrimci" olanların, özellikle de "bizim partinin üyelerinin", en iyi, en ahlaklı, en adil insanlar olduğunu düşünürdük. Kendilerine karşı mücadele ettiklerimiz ise en kötü, en ahlaksız, en adaletsiz olanlardı. (Sonradan "yoldaşlar" arasında aşağılık, "karşı cephede" üstün birçok kişi olduğunu şaşırarak fark ettik.)
Gerekirse karşıtlarımızın yeryüzünden silinmesinin, ortadan kaldırılmasının doğal olabileceğine inanmıştık. Yani cinayetlerin "kutsanabileceğine"...
Peki, geride kaldığına inandığımız için bugün böylesine kolay konuştuğumuz o dönemlerden hiç mi iz kalmadı acaba şimdi?
Günümüzün tartışmalarına bakın bir! Tamam, şimdi "komünist" kavramı çok daha seyrek gündeme geliyor, "faşist" kelimesi de yer yer eskisinden daha farklı içerikle ve geniş çevrelerce seslendirilir oldu. Ama uzlaşmazlık ve karşıtını yok etme hırsı hâlâ ortada durmuyor mu?
* * *
Şiddet, sadece siyasi yelpazenin uzak uçlarındaki insanların mücadelesinde değil, bazen en yakın komşu dilimlere mensup olanlar arasında da gündeme gelebiliyor. Yani sağın birbirine en yakın kesimleri içinde ve ondan da daha fazla, iktidara bir türlü yaklaşamadığı için genellikle daha gergin bir ruh hali içinde bulunan solun benzer özellikler taşıyan çevreleri arasında.
Bakın, sadece üç küçük kelime ("yetmez ama evet") telaffuz edildiğinde bazı insanlar nasıl acımasızca birbirine girebiliyor. Bir taraf, öteki tarafı başlangıçta "kendinden" kabul ederek -iktidara karşı mücadele düzleminde- "haliyle ve hakkıyla" ona sitem etme, onu eleştirme, hatta acımasızca pataklama vizesini almış oluyor. Sonra da onu yerden yere vurma eylemi içinde -aslında eskiden beri doğru düşünüp hatasız davrananın sadece kendisi olduğundan sonsuz bir keyif duyarak- iktidara karşı bile uygulamadığı bir acımasızlıkla "eski dostlarına" saldırmakta beis görmüyor. Bu arada geleneksel olarak "geçmişle yaşama" tutkusunu ve eski usül kavgaları bugünkü işbirliği fırsatlarından çok daha çekici bulma alışkanlığından vazgeçmiyor. Öteki tarafın da savunma ve karşı saldırıda çoğu kez benzer bir görüntü verdiğini ekleyelim.
(Kişisel bir ayrıntı elbette, ama merak edenler için söyleyeyim: Ben "yetmez ama evet" çizgisini hiçbir zaman desteklemedim; ama birçok arkadaşımın bu tutumunu doğru bulmasam da gerekçelerini anladığımı sanıyorum. Onlarla aramızdaki bu farktan "kan davası" yaratmaktan korktuğum için, artık bu "hassas" konuda eski patavatsız şakalarımdan bile vazgeçtim.)
Bundan tam bir ay önce Taraf gazetesi üzerine yazdığım yazı çok az okur tepkisi (yorum ve Facebook, Twitter, Google+ paylaşımı) almasına rağmen, yazılarımın ortalama okunma düzeyinin epeyce üzerine çıktı. Sanırım yazının satırları arasında kuşkuyla dolaşırken "İyi de, sen kimden yanasın?" diye defalarca soran birçok okur beni, ben de onları tam olarak anlamadık. Bana özel gönderilmiş birkaç iletide birkaç içten destek mesajı aldım, bir o kadar da okkalı küfür yedim. Bir "acı dost tavsiyesi" beni çok etkiledi.
Oldukça özenli ve duyarlı bir arkadaş, daha çok Rusya deneyimi ve yazma sanatı üzerine kurulu olduğunu düşündüğüm özgün dostluğumuza dayanarak bana gönderdiği içten mektupta, benim "nasıl olup da gerçekleri anlayamadığıma" şaşıyor ve elinden geldiğince uyarmaya çalışıyordu. Bir dizi konuda benzer yaklaşımları ve duyguları paylaşan insanların siyasi alanda farklı yorumlara sahip olmasından dolayı çaresiz bir acı çeker gibiydi. Görüşlerini değil, ama acısını paylaştım.
* * *
Ona yazdığım cevapta da vurgulamaya çalıştığım gibi, gerçekten de bir şeylere “taraf” ya da “karşıt” olmanın zor ve riskli bir iş olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendini siyasi olarak kesin sınırlar içinde tanımlamak, ömrünü ve mesleğini herhangi bir ideolojiye ya da partiye adamak, gazeteciliği giderek bambaşka bir yörüngeye sokabiliyor. Çıkış noktası oldukça ahlaki gerekçelere dayanıyor görünse de, "partili gazetecilik" yaklaşımında yanılma payı büyük.
Siyasi mücadelenin söylem ve sloganları sık sık hayatla, ahlakla, vicdanla çelişebiliyor. Görkemli kelimeler ve gürültülü tartışmalar arasında somut insanlar gözden kaçırılabiliyor.
Bugün en güvenilir saydığım arkadaşlarımdan biri, bir zamanlar MHP'liydi. Yani o yıllarda onunla birbirimizi vuracağımız bir ortamda karşılaşabilirdik. İyi ki olmadı...
Hayatımız çok katı ve bizi de isteğimiz dışında sertleştiriyor, acımasızlaştırıyor, ne yazık ki.
Benim hayatımdan çıkardığım dersler, kimsenin koşulsuz yandaşı haline gelmemenin, hiçbir siyasete ve kuruma teslim olmamanın, her zaman kendi sonuçlarını üretmeye çalışmanın ve doğru bildiğini “bağımsız olarak” savunmanın daha doğru olduğu yolunda.
Ondan sonrası artık her insanın “penceresi”nden nelerin nasıl göründüğüyle ilgili… Bence farklı siyasi yaklaşımların varlığı, hepimizin daha anlayışlı olması, daha doğal karşılaması gereken bir mesele.
* * *
Türkiye, acımasız bir tarihî miras üzerinde, şiddetin çeşitli biçimlerinin egemen olduğu mücadelelerle, hatta iç savaş ortamıyla sükûnetini ve soğukkanlılığını çoktan yitirmiş bir ülke. Bu tabloda gazeteciye, köşe yazarına genellikle "Sen kimsin? Kimden yanasın?" merakı ve kuşkusuyla yaklaşılıyor. Ve öteki tüm ölçütler, siyasi tercihlerin altında eziliyor.
Neden her şeyi siyasete feda edelim ki?
Yeni tanıştığım insanda mutlaka "hangi siyasettendir?" sorusunun izini mi sürmeliyim? Ya onun, örneğin, sanat ve kültür konusundaki birikimi? Sözgelimi, sinema veya müzik alanında neler düşünüp hissettiği? Farklı siyasetlerden insanların aynı filmlerden ve şarkılardan hoşlanması, hasır altı edilmesi gereken bir konu mudur?
Doğa sevgisi, örneğin, kedi ve köpekleri koruma tutkusu çok farklı insanları birleştirebilir. Çocuk eğitimi veya cinsel konular hakkında bazen bir partinin iki üyesi arasında uçurumlar bulunabilir, ama "karşı saflardan" yürekler aynı titreşimlerde buluşabilir. Ya da, ne bileyim, gurmelik veya spor merakı da siyaseti geride bırakan koskoca bir bakış açısı yaratabilir. Mizah anlayışı ve üslubu da...
Yalnız siyasi değil, ulusal unsurlar da bir insanın ötekine ısınması, onu kendine yakın sayması için yeterli gelmeyebilir. Ortak yanlarım fazla olan bir "yabancı" (başka ulus, farklı ülke mensubu), benim için hiç de o kadar "yabancı" sayılmaz.
Çünkü hayat, yalnızca siyasetle açıklanamaz. Aldığımız nefes sağcı veya solcu değildir. Aşk ve dostluk duyguları, ideolojik tanımlara sığmaz.
Dolayısıyla köşe yazarının okurlarını, okurların da köşe yazarını siyasi bıçak sırtında paylaşımlara zorlaması, bizi son derece dar ve baskıcı yaklaşımlara götürür.
* * *
İtiraf edeyim, bazen her konuda net siyasi tavırlara sahip köşe yazarlarına, onların her zaman güçlü ve istikrarlı pozlar vermesine içten içe imrenirim. Oysa ben sık sık nereye ait olduğumu bilemem. Bazı konular beni "sil baştan" düşünmeye zorladığı için yorulduğum olur.
Benim üzerimde kendi az renkli forması olmadığını görmenin yarattığı düş kırıklığıyla küsüp uzaklaşan okurlarım olduğunu hissediyorum ve buna üzülüyorum. Ama -yorumlardan ve mektuplardan anladığım kadarıyla- farklı renklerden bir sürü yeni insanla merhabalaşmaya başlamak hoşuma gidiyor.
Elbette gazetecinin kendini yakın hissettiği siyasi görüşlerin ve çevrelerin bulunmasının yadırganmasından veya yasaklanmasından yana değilim. Benim karşı çıktığım, sınırların bu kadar kalın çizgilerle belirlenmesi, safların bu kadar düz bir cetvelle birbirinden ayrılması, "tutarlılık" ve "siyasi tercihlere bağlılık" adına sürekli olarak at gözlüğü taşınması... Her durumda satırların "tarafgir" veya "yandaş" bir kalemi yansıtması gerektiği ezberi...
Gazeteci tarafsız da kalabilir. Neden olmasın? Tarafsızlık mutlaka eylemsizlik ve vurdumduymazlık anlamına gelmez ki! Ve kimilerinin iddiasının aksine, "taraf olmayanın bertaraf olması" şart değildir her zaman...