Suriye'de iç savaşın başlangıcından bu yana iki yılı aşkın süre geçti. Yaklaşık 100 bin insan hayatını kaybetti, on binlercesi yaralandı ve sakat kaldı, 1,5 milyon kişi canını kurtarmak için ülkeden kaçtı (ve - sayılarının büyüklüğüne göre, sırasıyla - Ürdün'e, Lübnan'a, Türkiye'ye, Irak'a, Mısır'a sığındı). Devlet Başkanı Beşar Esad'a bağlı güçler ile 300'e yakın örgüt ve gruptan oluştuğu söylenen, kendi içinde dağınık durumdaki muhalefet cephesi birbirine üstünlük sağlayamadığı için çatışmaların daha uzun zaman devam etmesi ihtimali kuvvetli.
İçerde "kanlı trajedi" devam ederken uluslararası alanda nasıl bir tablo var? Esad'ın devrilmesini isteyen devletler arasında bugüne kadar oldukça aktif görünen Türkiye ile Suudi Arabistan ve Katar'ın Sünni güçlere yardım ettiği, ABD başta olmak üzere Batı'nın ise muhalefeti desteklemekle birlikte ihtiyatlı davrandığı ve savaşa bulaşmak istemediği görülüyor. Onlarla birlikte BM üyesi ülkelerin ezici çoğunluğu Esad yönetimini kınıyor, ama hiçbir ciddi aktivite göstermiyor. Baas iktidarının ezeli düşmanı İsrail ise radikal İslamcıların iktidar olmaları halinde başına çok daha fazla sorun açabileceğini düşünerek şimdiki Şam yönetimi "ehvenişer" buluyor.
Suriye iktidarının yanında kimler var? Rusya, Çin, İran, Irak, Lübnan (Hizbullah), Venezüella, Kuzey Kore, Küba, Belarus... Belirleyici olan, kuşkusuz, Rusya. Sovyet sonrası dönemde Batılı güçlerin Kremlin'le sıkı ilişki içindeki Sırbistan'a, Irak’a ve Libya'ya yaptıkları türden askerî müdahalelerin bir daha tekrarlanmaması yolunda azami çaba gösteren Moskova yönetimi, Suriye konusunda oldukça inatçı ve ödünsüz bir diplomatik direniş sergiledi.
Sonuçta, daha bir ay öncesine kadar "kanlı Esad'a verdiği destek nedeniyle" sert açıklamalarla kınanan Rusya, ABD'yi kendine yakın bir konuma çekmeyi başardı. 7 Mayısta Rus ve Amerikan dışişleri bakanları Sergey Lavrov ve John Kerry, Suriye krizinin çözümü yolunda "2. Cenevre Konferansı" düzenlenmesi kararı aldılar. Washington'un tutumunu yumuşatıp Moskova'ya yaklaşması, Ankara da dâhil muhalif başkentlerin politikalarını gözden geçirmelerine yol açtı, açıyor.
Son haftalarda dünya liderleri Rusya'ya koşuyor. Kerry'nin dışında, Britanya Başbakanı David Cameron, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun...
Yakında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da Rusya’ya gitmesi bekleniyor. Böylece 2004’ten itibaren Moskova’yla - büyük ticari işbirliğinin dışında - oldukça verimli bir siyasi diyalog içinde bulunan Ankara’nın, son dönemde izlediği agresif Şam politikası nedeniyle belli belirsiz bir gerginlik yaşamaya başlayan Türk-Rus ilişkilerinin yeniden iyileştirilmesi mümkün olabilecek. (Geçen yıl Ekim ayında Rusya’dan kalkan Suriye uçağının Ankara’ya zorla indirilmesi ve kargosuna el koyularak hâlâ iade edilmemesi, Moskova’nın “şimdilik sineye çekerek” geçiştirdiği önemli bir kriz kıvılcımıydı.) “İkinci Cenevre süreci”ni fazla düşünmeden “ipe un sermek” olarak niteleyen Erdoğan, ABD Başkanı Barack Obama ile görüştükten sonra yalnızca Suriye politikasını değil, bu politika nedeniyle meydan okuduğu Rusya’ya karşı tavrını da değiştirmek zorunda.
Bu gelişmeler, “Suriye satrancı”nda bu partiyi Rusya’nın kazandığı ve bu sayede Esad’ın soluklanma fırsatı bulduğu izlenimini veriyor. Ne var ki, bu aşamaya gelindikten sonra Esad’ın “ebedi bir lider” olma şansının kalmadığı ortada. Ayrıca Moskova’nın elinde uzun vadeli bir strateji olduğunu söylemek de mümkün değil. Belki bir-iki raund kazanabilir, ama bu, maçın sonucunu belirlemeye yetmeyecek gibi görünüyor. Bunu hisseden Kremlin, görüşme ve pazarlıklar sürecinin “uygun bir anında” maksimum ödün kopararak tutum değiştirebilir; ama anlaşılan, daha gün o gün değil.
Şu anda İkinci Cenevre Konferansı için hazırlık süreci gündemde. Moskova, Konferans’a ilgili tüm tarafların katılmasını savunuyor ve örneğin, Birinci Cenevre Konferansı’na alınmayan İran’ın (ve sözde “onu dengeleyen” Suudi Arabistan’ın) katılımı konusunda Washington’dan yeşil ışık almış görünüyor. Anahtar konulardan biri, görüşme masasına oturacak “Esad temsilcileri” ve muhalefetten kimlere kapı açılıp kimlere kapatılacağı ile ilgilidir. Konferans’ın toplanması, başarıyla gerçekleştirilmesi, kararlarının uygulanması: Bütün bunlar bugün kocaman soru işaretlerinin gölgesinde. Belki de İkinci Cenevre Konferansı da, ilki gibi fazla bir işe yaramayacak. Ancak ne olursa olsun, şu anda “Suriye yol haritası” Cenevre’den geçiyor.
Konferans hazırlıkları sürerken Rusya ile ilgili “ilginç” haberler ortaya çıkıyor. Zaten son 3 aydır Doğu Akdeniz’deki hareketliliği belirgin olarak artan Rus donanmasının artık Suriye yakınlarında 10-15 savaş gemisi bekletmesinin yanı sıra, “füze ticareti” de sürekli gündemde tutuluyor.
Rusya’nın ünlü S 300 füzelerini (“Alım-satım işlemleri çoktan tamamlandı; şimdi sadece teslimat gündemde” diyerek) Suriye’ye gönderdiği veya göndermek üzere olduğu söylentisi olağanüstü yaygınlaştı. Moskova, 2009’da Tel Aviv’in ricası ile bu füzelerin gönderilmesini ertelemişti. Ancak geçtiğimiz günlerde apar topar Rusya’ya giden Netanyahu, bu kez Başkan Vladimir Putin’den olumsuz cevap aldı.
Ayrıca “karadan denize” tipte Rus Yahont (veya Yakhont) füzelerinin de Suriye’ye gönderildiği ya da gönderileceği ve muhtemelen Hizbullah’a teslim edileceği iddiaları da sık sık dile getiriliyor.
Füze teslimatlarının gerçekleşip gerçekleşmediğiyle ilgili olarak yalnızca Moskova’dan değil, Washington’dan yapılan resmî açıklamalar da oldukça çelişkili. Ama ne olursa olsun, konunun sürekli gündemde olması, Amerikan ve İsrail hava kuvvetlerini tehdit eden ve hem olası saldırıların, hem de “uçuşa yasaklı bölge” türü inisiyatiflerin boşa çıkarılabileceğini akla getiren önemli bir işaret. Bu açıdan Moskova’nın Batı’ya karşı “Libya tipinde bir senaryoyu aklınızdan bile geçirmeyin!” mesajını vermesine yarayan etkili bir “caydırıcılık”, hatta “korkutma” aracı.
Herhalde Moskova’ya “Peki, bir yanda sizin önerinizle İkinci Cenevre’yle barışa hazırlanılırken, diğer taraftan askerî güce dayalı bu adımlar da ne oluyor?” diye sormak, uluslararası siyasetin kirli dünyasında “anlamsız bir eleştiri”, hatta “saflık belirtisi” olarak yorumlanabilir. Her şey apaçık, daha doğrusu kapkara ortadadır: Parlak cümlelerle barış sürecinden, insan hayatlarından ve ölümlerden bahsedilse de, pratikte savaş sürmektedir; üstelik yalnızca silahlarla değil, siyasi yöntemlerle de; ve olaya şu ya da bu şekilde müdahil olan tüm devletler yalnızca kendi çıkarlarının peşinde iz süren “kurnaz avcılar”dır…
Rusya’nın Suriye politikası üzerine bu köşede birçok yazı yayımlandı. Moskova açısından meselenin neden bu kadar önemli olduğuna kısaca bir kez daha bakalım:
- Rusya, “renkli devrimler” ve “Arap baharı” gibi süreçlerin, sonunda dönüp dolaşıp kendi müttefiklerini (başta Bağımsız Devletler Topluluğu üyelerini) ve kendisini tehdit edeceği görüşündedir. Birbirinin peşi sıra yıkılan “iskambil kâğıtları” arasında Suriye önemli yer tutmaktadır; çünkü “Şam’ın düşmesi” sıranın İran’a ve muhtemelen Kafkasya’ya, Orta Asya’ya, hatta Rusya’ya gelmesi ihtimalini güçlendirecektir.
- Suriye’de radikal İslamcı çevrelerin etkilerini arttırması, hele hele iktidara gelmesi, Rusya’ya bağlı Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerini karıştırma potansiyeli taşımaktadır. Moskova’nın zaten zar zor çözdüğü Çeçen krizi ve öteki bölgesel-etnik anlaşmazlıklar, Kremlin’i radikal İslamcı güçlerle dünya çapında mücadeleye itmektedir. Bugün bile Suriye’de Kafkasya kökenli birçok Rusya yurttaşının savaştığı söylenmektedir.
- Sıkça vurgulandığı gibi, Suriye Rusya’nın önemli bir siyasi ve ticari-askerî müttefikidir. Yalnızca 2007-2010 yılları arasında Suriye’ye silah satışı Rusya’ya 5 milyar dolar kazandırmıştır. Bu önemlidir, ama vazgeçilmez bir partnerlik durumu değildir. Daha önce Moskova, Batı’yla gerginlik yaratmamak için Tahran’la milyarlık füze satışını iptal etmiştir.
- Rusya’nın “Akdeniz’deki tek askerî varlığı” olarak gösterilen Tartus üssü de, kuşkusuz, Batı ile pazarlıklarda önemli yer tutan/tutacak olan önemli bir faktördür. Bu arada son dönemde Batı medyasında burasının daha ziyade askerî gemiler açısında mütevazı bir ikmal ve bakım istasyonu olduğu üzerine çok şey yazılmış olması dikkat çekicidir. (Diğer taraftan Netanyahu’nın Rusya ziyareti öncesinde Moskova kulislerinde “İsrail’in Tartus yerine kendi topraklarında bir yer önereceği” söylentisi çıkmıştır.)
- Buna Suriye’de on binlerce Rusya yurttaşının olmasını ve başka etkenleri de ekleyebiliriz. Ama anlatılması ve anlaşılması çok kolay olmayan bir faktörle özetimizi tamamlayalım: Rusya’da (hem yönetim, hem de sıradan insanlar düzeyinde) “ABD karşıtlığı” çok önemli bir alışkanlık, hatta içgüdüsel bir tepkidir. ABD “siyah” derse, hiç düşünmeden gerçeğin “beyaz” olduğunu iddia etmeyi doğal saymak, ulusal mantaliteyle ilgili, Sovyet dönemlerinden kalan genetik bir özelliktir.
Rusya Batı'ya inanmıyor. Suriye’deki meselenin demokrasi ve diktatörlük mücadelesi değil, uzun ve çok boyutlu bir savaş sayılması gerektiğini, asıl amacın bölgeyi ele geçirmek olduğunu savunuyor.
Kökleri yüzyıllara dayanan Rus diplomasisi, “insan ölümleri", "kanlı bebekler” gibi propaganda unsurlarını seyrek kullanan, duygusallığı minimize edilmiş, soğukkanlı ve pragmatik bir yapı taşır. Ansal ve heyecanlı çıkışlar (Erdoğan’ın havaalanında yaptığı ayaküstü değerlendirmede “İkinci Cenevre ipe un sermektir” demesi gibi) yok denecek kadar azdır.
Moskova, kendince Batı’yı da duygusal yöntemlerden akılcı tezlere yönlendirmeye çalışırken, Suriye muhalefetinin içinde köktendincilerden teröristlere kadar tehlikeli bir yelpaze olduğunu, bunların iktidar olmaları halinde (Esad’dan farklı olarak) “ABD’ye ve başka Batılı ülkelere saldırılar düzenleyecek” yeni “Tsarnayev kardeşler”in büyük tehlike oluşturacağını ısrarla vurgulamaktadır.
Rusya, Afganistan ve Irak sendromunun etkisi altındaki ABD yönetiminin iniş çıkışlarını iyi izlemiş, “kırmızı çizgi” söylemindeki değişikliği hissettiği anda - Suriye muhalefetinin radikal unsurlarını da ustaca kullanarak - “İkinci Cenevre Konferansı” koduyla büyük ölçüde kendi koşullarında onunla uzlaşmayı başarmıştır.
* * *
Son olarak, ABD’nin tutum değişikliğini ve 7 Mayıstaki Kerry-Lavrov görüşmesini doğru analiz edemeyen Türkiye’nin, Obama-Erdoğan zirvesi sonrasında yüzünü Rusya’ya dönme isteğinin doğal, hatta kaçınılmaz bir gelişme olduğunun altını çizelim.
Geçmişte Mavi Akım ve başka ekonomik projelerden siyasi diyaloga kadar her aşamada Türkiye-Rusya yakınlaşmasına şiddetle karşı çıkan ABD’nin, bugün Suriye krizinde Türk-Rus işbirliğine kapı aralamış olması “tarihî bir şaka” gibidir.
Türkiye, dış ticaretten enerjiye, siyasetten turizme kadar birçok alanda kendisi için en önemli ülkelerden biri olan Rusya’yı daha iyi tanımak ve anlamak için ciddi çaba harcamak zorundadır. Umarım bu çaba harcanır. Ve umarım bu, “yeni Suriye stratejisi”, hatta belki de - Rusya da dâhil birçok ülkeyle ilişkilerin yeni baştan ele alınacağı - akıllı, soğukkanlı ve barışçı yeni dış politika hazırlığının önemli bir parçası olur.