Bazen bir söz kanatlandırır kişiyi, uçurur mutluluktan.
Bazen de bir söz yerin dibine geçirir insanı, ağır bir zincir olur boynunda.
“Önce söz vardı” diyen dinler için her şeydir söz ve ona inanmak.
Aşkların doğumunda ve ölümünde sözler vardır genellikle; kimi zaman ebedirler, kimi zaman cenaze levazımatçısı.
Halklar bir tek söz için kalkarlar ayağa. Tek bir söz uğruna ölünür, öldürülür.
Savaşlar bir söz yüzünden başlar çoğu kez ve bir sözle biterler.
Ve tarih denilen, her şeyden sonra geride kalan sözlerdir yalnızca.
* * *
Bazen koca koca adamlar, partiler, devletler ufacık bir sözün önünde kan ter içinde bocalar dururlar; onu nasıl söyleyeceklerini de bilmezler, ondan nasıl kaçacaklarını da.
Uludere katliamı birinci yılını doldururken Başbakan hâlâ tek bir sözü yerinden oynatmaya çalışıyor, sonra yorularak bırakıyor, ardından tekrar onun yanına dönerek kıvranıyor:
- Gerekirse özür dileriz, diyor. Gerekirse…
Özür. İki hece. Dört harf. Saniyede ses verirsiniz ona. Cüce bir kelime. Ama ağırlığı tonlarcaymış meğer…
Birçok ülkede her gün defalarca telaffuz edilen, çoğunlukla gülümseyerek söylenen ve dinlenen, nezaketin en basit işareti kabul edilen özür, Türkiye’de küfürden daha seyrek dile gelir.
Özür dilemesini bilmeyen, onu bir zayıflık belirtisi olarak gören bir toplumdur bizimkisi. Özürden korkulur, ondan sakınılır bu topraklarda.
Hatta özür dileyene hakaret edilip bir de üzerine hoyratça keyiflenilen tek memlekettir belki de burası. “Pardon çıkalı eşekler (ayılar) çoğaldı” cümlesini - kim bilir nerede ve nasıl - yaratıp bağrına basmasını becerebilmiştir. (Mehmet Akif Ersoy’un bir eserinde “Nasıl ki çıktı bu pardon, eşeklik oldu mübah!” cümlesi geçer.)
* * *
Kelimelerden kâbuslar yaratılır bazen, sonra da hayat kâbusa dönüştürülür.
“Komünizm” böyle bir kelime olmuştur mesela. Bu sekiz harf ve üç hece için yüzlerce can verilmiş, işkence tezgâhları kurulmuş, asırlarla ölçülebilecek hapis cezaları kesilmiştir. İçinde bu kelime geçen nice kitaplar yakılmıştır. Onu akla getiren şiirler ve şarkılar zincire vurulmuştur.
Tarih boyunca “kral çıplak” demek zor, hatta imkânsız olmuştur. Ecdadımızın çıplak olduğu anların lafı bile hâlâ derinden sarsıyor bizi.
Durmadan kıvrılıyor kolumuz yeni tehditlerle:
- Söylemeyeceksin o sözü, yazmayacaksın, göstermeyeceksin!..
* * *
Konuşmayı seven, ama kelimesi az bir halkız biz. Çoğumuz 300-400 sözle yaşarız. Oysa dilimizde 100 bin civarında kelime olduğu söylenir.
Yabancı dil bilenimiz de fazla değildir. Daha fazlasını düşünüp hissetme, ayrıntıları görme, farklı renkleri ve onların tonlarını ayırma derdimiz yoktur çoğu kez. Sarı gömlek almak istesen, satıcı seni elinde kalan turuncu gömleğe zorlayabilir: Ne fark eder ki!..
Oysa her sözün kendine özgü bir ruhu vardır, Bertolt Brecht’in dediği gibi.
Üstelik her gün papağan gibi tekrarlayıp durarak sığ hayatlarımızı doldurduğumuz az sayıda kelime arasında sevgiye, aşka, dostluğa, vicdana ilişkin olup da hakkıyla telaffuz edilenler yok denecek kadar azdır.
Her meydanda, her sokakta, her evde, her işyerinde, her okulda bir yığın insan vardır susan, kederlenen, acı çeken ve bekleyen… Çoğunun karanlığa karışan yüzünün çiçeklenmesi için sadece birkaç söz, hatta belki tek bir söz yetebilir. Birinin ona yaklaşıp tek bir kelime etmesi hayatını değiştirebilir.
Milyonlarca insanın hayat boyu umutsuzca, daha doğrusu gizli bir umutla en çok beklediği para değil, mal değil, makam değildir; sevildiklerine, onlara ihtiyaç duyulduğuna ilişkin bir-iki sözdür; o kadar…
Ve güzel sözlere hasret çekerek kurur gider insanlar. Ruhları dağılıp yok olur, daha da kötüsü sevgisizlikten nefret saçmaya başlar.
Ne çocuk beklediği “aferin”i alabilir, ne kadın duyabilir en basit ödülünü: “Yemek güzel olmuş, eline sağlık!” Ne seven sevildiğini öğrenebilir... Oysa aslında ne kadar kolaydır beklentiyi karşılamak, ihtiyacı gidermek. (Rudyard Kipling’in “Sözler, insanlığın kullandığı en büyük uyuşturucudur” derken kastettiği bu mudur acaba?)
Bütün sözler geçim derdine, hava durumuna, sığ siyasete ve futbol fanatizmine harcanmıştır çünkü. Kalmamıştır daha önemli şeyler için yüreklerin yakıtı ve dillerin dermanı.
Ama ne kadar çok konuşuruz, öyle değil mi? Hiçbir şey söylememek için o kadar çok söz tüketiriz ki! Her konuda mutlaka sözümüz vardır. Anlaşmazlık durumunda makineli tüfek gibi saydırırız. Ve son sözü söylemeye bayılırız.
Her gün duyduğumuz binlerce sözü düşünüp de bir de onları dile getirenlerin yüzlerine bakınca, insanın yüzde 70’inin sudan oluştuğuna inanmak çok kolaylaşıyor.
“Laf kalabalığı toplumu”: İşte budur aynadan yansıyan gürültülü ve bulanık görüntümüz.
* * *
Sıcak ve yumuşak sözleri cimrice harcarken, soğuk ve keskin olanları cömertçe dağıtırız. Her biri ölümüne fırlatılan birer bıçak gibidir:
“Kahrolsun!”, “nefret ediyorum”, “evlatlıktan reddediyorum”, “bıktım”, “ihanet”, “idam”, “kin”…
Bazı insanlar, vaktiyle yüreklerine isabet eden tek bir sözün esareti ve yükü altında tüketirler ömürlerini.
Söz denilen mucize, yaralamakta ve öldürmekte eşsiz sonuçlar yaratır. Oysa yaraları sarmakta ve yaşatmakta da işe yarayabilirdi.
Ezop’u hatırlıyor musunuz? Hani İ.Ö. VI. Yüzyıl'da yaşadığı söylenen, eskiden köle olup da azat edildikten sonra diyar diyar dolaşarak masallar anlatan bilge Yunanlı’yı? Ve efendisi Ksantus'un önce “yiyeceklerin en güzelini” sonra “yiyeceklerin en kötüsünü” hazırlamasını istediğinde Ezop’un sofrayı sadece dil ile donattığını?
Her şeye kadirdir dil, yani kelimeler, yani söz…
Veya hemen hemen her şeye…
Sahip olduğu devasa güç bakımından herhalde fazla rakibi yoktur sözün. Belki de sadece iki rakibi vardır:
Sessizlik ve dokunmak…