Tabloyu hepimiz biliyoruz: Başbakan Tayyip Erdoğan tribünde öfkeli hitabet sanatından coşkulu bir örnek daha sergileyerek millete sesleniyor. Önünde ve arkasında birçok insan...
Önünde binlerce (on binlerce, yüz binlerce, peki, isterseniz milyonlarca diyelim) AKP'li yurttaş alkışlarla ve sloganlarla liderine destek veriyor.
Başbakan'ın arkasında da birçok insan duruyor. Evet, sadece “duruyor”. Yani “sahnedeler”; ama durmaktan başka bir şey yaptıkları, orada işlevsel bir rol oynadıkları en azından ilk bakışta fark edilmiyor.
Liderin sırtını döndüğü alanda yer aldıklarına göre herhalde “güvenilir” sayılan bu düzensiz kalabalığın içinde herkesi tanımak zor. Bir kısmı mutlaka koruma polisi ve miting organizatörü falan olmalı. Tanıdıklarımız arasında genellikle bakanlar, milletvekilleri ve belediye başkanları gibi önemli şahsiyetler dikkat çekiyor.
O insanlar neden orada saatlerce dururlar? Başka işleri yok mudur? Örneğin, bakan, milletvekili ve belediye başkanı olarak her birinin işi başından aşkın değil midir? Acaba kendileri mi isterler o sahnede “dikilmeyi”? Yoksa bu, “yukarıdan” verilen bir görev midir?
Zor olmalı orada saatlerce durmak. Üstelik ne konuşma yapıyorlar, ne dans ediyorlar, ne de şarkı söylüyorlar (oysa “beraber yürüdük biz bu yollarda” nakaratını ilk olarak sahneden onlar icra edebilirdi). Velhasıl, sıkıcı bir iş olmalı...
Ama benim aklım ermez tabii!.. Bakanlık, milletvekilliği, belediye başkanlığı yapmak kolay mı?..
* * *
Bazen Erdoğan'ın arkasındaki kalabalık büyüyor. Son Kazlıçeşme mitinginde olduğu gibi. Ve bakanlar neredeyse tam tekmil orada yer alıyor. Belki de böylelikle herkese mesaj vermeyi amaçlayan Başbakan'ın isteğiyle:
- Hükümet üyeleri arasında farklı görüşlerin olduğunu mu savunuyorsunuz? Gülerim size! Bakın, hepsi arkamda, Menemen bardağı gibi dizilmiş durumda!..
Bakıyoruz... Allah için yalan da değil hani!..
Liderleri sesini alkış modunda yokuş yukarı kaldırdığında herkesle beraber bakanlar da alkışlıyor (hatta bazıları “sahne avantajı”nı kullanarak erken davranıyor ve diğerlerini “burun farkıyla” geride bırakıyor). Başbakan espri yaptığında - ya da en azından öyle düşündüğünde - bakanlar da hep birlikte gülmeye başlıyor.
Sıkıysa alkışlama!..
Sıkıysa gülme!..
Çok iyi biliyoruz ki, bazı bakanlar Başbakan gibi düşünmüyor. Erdoğan'ın Gezi Parkı krizini iyi yönetemediği, gereksiz yere sertliğe başvurduğu, yumuşama eğilimi ağır basmışken uzlaşmaz bir tavır sergilediği kanısında olanlar az değil. En azından Bülent Arınç'ın, Beşir Atalay'ın, Ömer Çelik'in, Nabi Avcı'nın Gezi olaylarının çeşitli aşamalarında farklı mesajlar verdikleri kayıtlara geçti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den bazı yerel yöneticilere kadar AKP içinde "uyumsuz" sesler çıktığı ortada.
Ama sonuçta lider ne derse o oluyor. Dağılmak üzere olan Gezi direnişçilerine karşı acımasız bir müdahale edilmesi sırasında herkes suspus oluveriyor. Erdoğan aslan olup kükreyince koca koca adamlar küçücük fareler gibi köşelere kaçışıyor.
Yüreğinin sesini dinleyip vicdanından aldığı cesaretle şöyle iki-üç cümle kuracak bir “babayiğit” çıkmıyor:
- Hata ediyorsun, Sayın Başbakan! Toplumu bölüyorsun, kutuplaştırıyorsun! Bu gidişle ülkenin geleceği de tehlikeye girer, bizim geleceğimiz de!..
* * *
Son cümleleri yazdıktan sonra koltuğa yaslanıp şöyle bir durdum. Başta “siyaset erbabı” olmak üzere birçok insanın benimle dalga geçtiklerini görür gibi oldum.
Ne saf adamım ben! Ne zaman konuşulacağını ve ne zaman susulacağını bilmek, siyaset alfabesinin “a”sı değil midir bu ülkede!
İktidar ilişkileri başka, ahlak ve vicdan başka yerdedir.
Bu yüzden bütün siyaset tarihimiz yalanlarla doludur.
Bu yüzden demokrasinin daha “d”sinde tökezler ayağımız.
Otorite önünde boynumuz kıldan incedir. "Cesur" ideallerimiz ve "soylu" prensiplerimizle, lider kabusuyla yaşadığımız ürkek ve zavallı hayatımız arasında uçsuz bucaksız bir mesafe vardır.
Halk mı? Milyonlarca yurttaş mı? Çevik kuvvet ve polis panzerleri karşısında, gaz bombaları ve coplar arasında kırılan gençler, kadınlar, çocuklar mı? Ölenler, yaralananlar, dayaktan geçirilenler mi? Onları abartmayın; onlar yarın unutulacak birer ayrıntıdır.
Siyasetin kuralları ve maddi-manevi menfaatlar, ahlakın ne zaman geride bırakılması, ne zaman unutulması gerektiğini gösteren paslı, ama sınanmış bir barometredir bu topraklarda.
Memleketimizde her gün din ve ahlak üzerine tonlarca laf üretilmesinin nedeni, gerçekte insanların ezici çoğunluğunun vicdani değerlerden ne kadar uzak yaşadığını gizlemek isteğidir.
İktidara "yükselmek", ya da onun yakınlarında bir yerlerde “tüneyebilmek”, en parlak istikbali yakalamaktır.
Çünkü bal tutanın parmağını yalayacağı belletilmiştir bize daha çocukluğumuzda.
Bal yalayan dili cesurca kullanıp lideri açıkça eleştirmek imkânsızdır.
Yalanan ballı parmaklarla onurlu istifa dilekçeleri yazmak da mümkün değildir.
“İstifa” diye bir kelime bulunmaz ki zaten bizdeki lügatlarda.
Ne olursa olsun, hangi skandallar çıkarsa çıksın, ne gibi felaketler yaşanırsa yaşansın; asla istifa edilmez!
Lider kovana kadar koltuğa yapışmak, dişiyle ve tırnağıyla iktidarın her türüne ölümüne tutunmak esastır.
Ve yürekler böyle sağır olduğu sürece iktidar, sonuna kadar “istifade etmek” için var olan bir kurumdur; istifa etmek için değil.
@AksayHakan