İTÜ Müzik İleri Araştırmaları Merkezi (MİAM) hocalarından Hakan Kurşun, geçen ay Türkiye’de Orkestra Şefliği Yönetimi panelini düzenledi. Konuk, Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası kurucusu ve şefi Cem Mansur.
MİAM’ın kütüphanesindeyim. Ses ve eslere, sessizliğe dair büyülü kitaplar var. Etnomüzikoloji, icra ve ses tasarımı ilgimi çekiyor. Bir de yüksek lisans, doktora programları... Konservatuvar eğitimi -şahit olduğum kadarıyla- İngilizce’yi ihmal ederek tamamlanıyor Türkiye’de. MİAM’da işler öyle değil. Müfredat, kadro uluslararası.
“Periscope’u olan var mı?” diyor Hakan Kurşun. Olsaydı, canlı yayın yapılacaktı, kimsede yokmuş. Dersi alan öğrenciler dışında -duyurusu da yapılmasına rağmen- bir ben vardım galiba dışarıdan katılan. Oysa bir nimetmiş MİAM. Duyurulara bakınca gitmek isteyebileceğim başka etkinliklere de rastladım. Aslında Türkiye’de Orkestra Şefliği Yönetimi panelinin üzerinden zaman geçti. Araya seçim telaşı girdi, o dönem sıcağı sıcağına yazamadım. Şimdi sular az biraz daha durgun. Belki etkinliklere, yazıyı okuyup da gitmek isteyen olur umudu ile o güne ait söyleşinin deşifresinden bazı bölümler paylaşmak istiyorum. Söz uçuyor zaten; yazı kalıyor.
Peki, Cem Mansur o gün, MİAM’da neler anlattı?
“Yılda 20-25 konser programı yapmak, onun dışında bir veya iki operaya gitmek benim tercihim. Her gün sahnede olmayı isteyen biri değilim.”
“Türkiye’deki orkestraların durumu, gidişat, seviye, şartlar, her şey bir noktaya geliyor ki, diyorsunuz, ben bunu istemiyorum, ben bunu yapmayacağım. ‘Beni maruz görün’ dediğimde, ‘abi bir şey mi oldu’ filan dediler. Hem çok şey oldu, hem hiçbir şey olmadı. Mesela, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı yönettiğimde hiçbir işe yaramadığımı hissediyorum. O işi başkası da yapabilir.”
“Bizim mesleğimiz şöyle, piyanistsiniz piyanonuz yok, keman çalıyorsunuz, kemanınız yok; onun gibi bir şey [şef olmak]. Gençken her şeye atlıyorsunuz. Prova da istemez, yaparım deyip, gençlik, cahil cesareti ile, ama o cesaret olmadan da hiç bir şey öğrenemiyorsunuz.”
“Yıllarca Akbank Oda Orkestrası’nda kayıt alındı ve sonra ben onların hiçbirini dinlemedim. Kayıt ilgimi çeken bir şey değil. Kaydedilmiş müziği iPod’umdan dinliyorum, ama biz müzik dinlemeyi kayıt dinlemek zannetmeye başladık, o müziğin sureti, müzik öyle bir şey değil aslında.”
“Kayıt yapmayı reddeden efsanevi bir şef vardı, o mesela, kayıt dinlemek Brigitte Bardot’nun kendisi ile yatmak değil de onun siyah beyaz fotoğrafına bakmak gibi bir şey, diyordu. Kayıt, müziğin doğasına aykırı. Zaman algısını unutuyoruz. Birkaç CD yaptım, açıkçası keyif almadığım bir süreç. Keşke buradan birileri gelip üniversitede, [bu yaz çalışıyoruz], Gençlik Filarmoni Orkestrası’nda belli bir repertuarın oluşma sürecini [kaydetse] çekse de onu İnternette gerçek zamanlı olarak yayımlayabilsek. Bunlar enteresan.”
“İlk 25-26 yaşımda genel management’ımı alan bir şirket oldu Londra’da. Müzisyen temsil etme, ona iş bulma anlamında menajerlik kurumu ile ilgili benim çok kötü tecrübelerim oldu. İyi bir menajere kapağı atıyorsun ve o senin adına işleri yürütüyor, aslında öyle bir şey var ama çok az. Nadiren insan, onu değerlendirebilecek ve ona kapılar açabilecek bir menajer bulup çalışabiliyor. Ben onu çok az yaptım.”
“Telefonla geldi [işler] genelde. Mesela, 2016-17 sezonunda şunu yönetir misin, şu senfoniler... Hiçbir temasım olmadan, bir solistle çalarım o bir yere tavsiye eder veya kişisel kontaklarla başlayan ilişkiler [...] Şu anda kariyerimden sorumlu biri yok.”
“Bizim mesleğimiz şarlatanlığa çok açık. Özellikle iyi bir orkestrayla. İyi bir orkestranın çalması için şefe çok az ihtiyaç var. Berlin Filarmoni Orkestrası’nın önüne kimi çıkartırsam çıkarayım, o kötü çalmayacak. ‘Şefe gerek var’ dediğimiz yerde idare edecekler.”
“Bir de, ne olursa olsun sizin kendinizi düşündüğünüz kadar kimse düşünemez sizi. Girişken de olmak gerekiyor, ben onu sevmiyorum açıkçası. İyi müzik yapmanın gereği alçak gönüllülük ve o işi niye yaptığınla ilgili bilinçle devamlı ‘ben ben, beni çağırın’, öyle yaşayamıyorsunuz. O bir yol. Bir yol buluyorsunuz. Yapmak istediklerinizle fırsatları örtüştürebilmek...”
“AKM’de mesela, sahnede bir tane denizaltı maketi olabiliyordu [o yıllarda]. Sünnet düğünü hariç her şeye kullanılıyordu neredeyse AKM. Onun dışında, eşim baş balerindi ve Kenan Evren temsile gelip elini sıkmayı reddetmişti eşimin.”
“İki şef olduğu zaman bizde, her zaman yabancının adı önce yazar. O yabancı, hayatında sizin yönettiğiniz operaları yönetmemiş olabilir ama önemli değildir, onun adı yazar.”
“Burada [özel bir üniversitede] konserler veriyoruz. Her konserimizin teması var. ‘Öğrencilere seçmeli ders haline getirelim, ufuk açacak bir şey olur’ dedim [yönetimin başındaki kişilerden birine]. ‘Bırak ya, buradaki şımarık zengin çocuğu öğrenci böyle şeyleri umursamaz pek, üç beş tane burslu garibana da senin Schoenberg’inden ne?’ dediler. Eyvah dedim burada bitti işimiz...”
“Söylemek istediğim bir laf yok müzik olarak. Schubert’in, Beethoven’ın yazdığını daha derin anlayabilmek daha cazip geliyor. Benim yazacağım müziğe kimsenin ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum.”
"Sözsüz müzik baskıcı rejimler karşısında çok büyük bir işlev görmüş [...] Bu kültürde öteki olanı da fena yapıyorlar. [...] ‘Müzik, laf olsun diye müfredatta değilmiş’ diyemiyorlar. [...] Başbakan çıkıp kaç kişi operaya gidiyor ki, derse cevabımız hık mık. [...] Müzik yazmak isteyen birine her şey yazıldı diyemem, çok iyi çağdaş müzisyenler var. [...] Müzik evrensel değerlerle ilgili ipucu veriyor. Keşke her devlet okulunda iyi müzik eğitimi olsa, sevdirerek öğreten öğretmen olsa, hem zaten eğitimden ne anlıyoruz ki?
Not: O üniversitedeki üç beş burslu garibandan biri de bendim. https://www.youtube.com/watch?v=W49KszCVtKE