6-7 Eylül 1955 olaylarından Müslümanları itibarsızlaştırmayı hedefleyen 28 Şubat dönemine, AKP'yi iktidardan devirmeye yönelen tertiplerden Rahip Santoro, Hrant Dink ve Zirve Kitabevi cinayetlerine, Şırnak katliamına uzanan çizgide komplocu zihniyet hiç değişmiyor.
Bugün aynı zihniyet camiye bira kutusu koyduruyor; başörtülü kadına saldırı diye düzmece olaylar yaratabiliyor. İktidarların demokrasi ve hukukla bağdaşmayan hoyratlıklarına bahane uydurmak için rezil komplolar hiç bitmiyor. N'olacak şimdi? Erdoğan özür dileyecek mi?
Unutmadınız değil mi, Başbakan Erdoğan’ın meydan meydan dolaşıp söylediklerini?
Daha çok geçmedi aradan.
Anımsayın, o genç insanların Gezi’deki isyan günlerini, 2013 yılının Mayıs, Haziran aylarını.
Kendi hayat tarzlarını korumak ve savunmak için ayağa kalkan gençleri kamuoyunda itibarsızlaştırmak için nasıl kara kampanyalar düzenlendiğini, yalanlar atıldığını, rezil dezenformasyonlardan medet umulduğunu şöyle bir hatırlayın.
Tayyip Erdoğan daha unutulmadı.
Her kürsüye çıkışında hep aynı şeyleri tekrarlayıp durmuştu.
Klasik konularıydı:
Camiye ayakkabıyla girmek!
Camide bira içmek!
Başörtülü kadınlara saldırmak!
Hatta başörtüsüne işemek!
Başbakan Erdoğan, her Allah’ın günü konuşmasının bir yerine bunları sıkıştırmadan edememişti.
9 Haziran 2013:
“Benim başörtülü kızlarıma, başörtülü bacılarıma saldırdılar. Bununla da kalmadılar, Dolmabahçe Camii’ne maalesef bira şişeleriyle girmek suretiyle, ayakkabıyla girmek suretiyle… Bunu da yaptılar.”
11 Haziran 2013:
“Başörtülü kızlarımızı, başörtülerinden tutmak suretiyle onları yerlerde sürükleyenler bunun hesabını nasıl verecekler?”
11 Haziran 2013:
“Çok önemli bir yakınımın gelinini, Başbakanlık ofisimin yanında, yerlerde süründürdüler, kendisini, çocuğunu taciz ettiler. Bu mudur özgürlük? Yakınımın gelininin başörtüsüne küçük abdestini yaptılar.”
Bu küçük abdest olayı kendisine sorulduğunda da Tayyip Erdoğan’ın yanıtı şu olmuştu:
“Kabataş bölgesinde çok sayıda MOBESE kamerası var ve görüntülerin infiale neden olmaması için saklanıyor.”
Sonra gerçekler ortaya çıktı.
Önce camida bira olayının asılsız olduğu anlaşıldı.
O boş bira kutuları birtakım gizli eller tarafından her şey olup bittikten sonra caminin içine konulmuştu.
Dolmabahçe Camii’nin müezzini bira içilmediğini, bunu görmediğini söylediği için hakkında soruşturma açılmış, görevden alınmıştı.
Şimdi de Kabataş olayı fos çıktı.
Başbakan Erdoğan’ın infiale sebep olur diye saklandığını söylediği MOBESE kayıtları geçen akşam Kanal D Haber'de yayınladı.
Eğer ortaya çıkmamış başka görüntüler yoksa, olay hiç de Erdoğan’ın dediği gibi değildi.
Çocuk arabası süren başörtülü kadına ne bir saldırı vardı, ne de ‘başörtüsünün üstüne küçük abdestini yapanlar’ ortalıkta görülüyordu.
N’olacak şimdi?
Tayyip Erdoğan özür dileyecek mi?
İşin aslını ortaya çıkaracak mı?
Camiye sonradan içi boş bira kutularını koyan ‘gizli eller’in kimlerin eli olduğunu, böyle bir çirkin ‘provokasyon’un hangi karanlık odaklarca tezgâhlandığını sergilemek gibi bir derdi olacak mı Erdoğan’ın?
Ya da Erdoğan'ın yakınımın gelini diye tarif ettiği o başörtülü hanımın böyle bir saldırıya hedef olmadığı halde bu uydurmaca, fabrikasyon olayın nasıl manşetlere çıktığı ve Başbakan’ın kendisi tarafından kürsülerden defalarca nasıl dile getirildiği konusunda kamuoyu aydınlatılmayacak mı?
Yaşanmamış bir olayı yaşanmış gibi kürsülere taşıyarak topluma kin ve nefret tohumları ekip ekmediği ya da ‘dezenformasyon’a alet olup olmadığı konusuna bir açıklık getirmeyecek mi Tayyip Erdoğan?
Daha önce de yazmıştım.
Meselenin özünde komploculuk var.
28 Şubat dönemini hatırlayın.
Müslümanları itibarsızlaştırmak için asker tarafından -Aczimendiler dahil- ne çok komplolar kurulmuştu, sonradan rezil içyüzleri ortaya saçılan...
2000’li yılları düşünün.
AK Parti’yi itibarsızlaştırmaya, hatta iktidardan devirmeye yönelik tertipleri şöyle bir hatırlayın.
Cumhuriyet gazetesine bomba atanlarla, kanlı Danıştay baskınını düzenleyenlerin aynı kişiler olması… Baskın sırasındaki şeriatçı slogan yalanları... Ve arkasından Türkiye’nin 11 Eylül’ü diye atılan manşetleri, devlet büyüklerince verilen demeçleri, Cumhuriyet mitinglerini…
Yine hatırlamaya çalışın:
Rahip Santorini cinayetiyle, Hrant Dink suikastıyla, Zirve Yayınevi katliamıyla ilgili olarak bir askeri belgede geçen o korkutucu operasyonlar deyimini...
Ve orada şu anlama gelen yorumu:
“Hıristiyanlar öldürülecek, Müslümanların üstüne yıkılacak!”
Bunları unutmayın!
Ya da 26 Mart 1994’te insanlığa karşı bir suç niteliğinde işlenen ve 19.5 yıl boyunca devlet tarafından inkâr edilen Şırnak Katliamı konusundaki ilk savcılık soruşturmasında varılan sonucu da aklınızdan çıkarmayın:
“PKK’nın işidir!”
Hep aynı kafa, aynı komplocu zihniyet.
Tarihten bir yaprak daha:
Yıl 1955, 6-7 Eylül günleri.
Demokrat Parti iktidarda. İstanbul’da korku dolu o iki günde, başta Rumlar olmak üzere, gayrimüslümleri hedef alan pogrom niteliğinde korkunç saldırılar yaşanır.
Arka planda devlet vardır.
Askerin içinde örgütlü kontrgerilla ya da Özel Harp Dairesi tarafından düzenlenir her şey. Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz Paşa’nın demeci gazete manşetlerinde patlar:
“Komünistlerin işidir, salkım salkım asılsınlar!”
Bu komplocu zihniyet hiç değişmiyor.
Bugün aynı zihniyet camiye bira kutusu koyduruyor; başörtülü kadına saldırı diye düzmece olaylar yaratabiliyor.
Hep aynı kirli oyunlar!
İktidarın demokrasi ve hukukla bağdaşmayan hoyratlık ve zorbalığına bahane uydurmak için rezil komplolar hiç bitmiyor.
Yine soruyorum:
Başbakan Erdoğan özür dileyecek mi?
Dileyebilir mi?
Ama hiç sanmıyorum.
Tayyip Erdoğan’ın demokrasi korkusu her geçen gün derinleştikçe, inandırıcılığı da dipsiz bir kuyuda yitip gidiyor.
Twitter: @HSNCML