Yıl 1983, Ocak ayı sonları. Doğan Avcıoğlu kanser! Midesini ve dalağını aldılar Amerikan Hastanesi’nde. Kalın siyah çerçeveli gözlüklerinin arkasındaki cin bakışlarıyla yatağında yatıyor. Ağzının kenarında o yarım gülücüğü... Çetin Altan’ın deyişiyle, Doğan Bey’in o yarım gülücüğü bir dostluk işaretiydi. Ama dudağının ucundan hiç eksik etmediği sigarası artık yoktu. Başucunda bir süre dikilip kaldım. Bir şey söyleyemedim. Sevdiğin bir insanı, bilinmez bir diyara göçe hazırlanırken görmek kolay olmuyor. Ne diyeceğimi şaşırdım. Sözcükleri bulamadım. O bana Nadir Nadi’yi sormuştu. 12 Eylül askeri yönetiminin, Nadir Bey’in bir başyazısından dolayı Cumhuriyet’i ikinci kez kapattığı günlerdi. Doğan Bey, askeri savcının dava açıp açmayacağını sordu. Ama asıl bir başka şeyi merak etmişti. Nadir Bey’in başyazısına iliştirdiği kısa not dokunmuştu Doğan Bey’e: “Bir süredir gazetede yazılarım çıkmıyor. Bunun ruhsal ve bedensel çeşitli nedenleri var. Bir başka neden daha var ki, onu da bir sözcüğünü değiştirmeksizin aşağıya koyduğum eski bir yazımı gören okurlarım kendiliklerinden anlayacaklar ve belki de ‘Bu adam dünyaya boşuna gelmiş!’ diyeceklerdir. Evet, hazin bir yazgı ! Ne yaparsın ki, hazinliği ölçüsünde gerçek !” Doğan Bey o gün hasta yatağında bana şöyle demişti: “Benim de psikolojim Nadir Bey gibi. Başyazısının girişine koyduğu notta olduğu gibi. Ben de düşünüyorum, bu dünyaya boşuna mı geldim diye…”
Yaşlanıyorum. Ara sıra kulağıma çalınır: Yaşlanıyorum ama ihtiyarlamıyorum! Olabilir. Bir gerçek çok açık. Hayatın akışı durmuyor…
Doğan Bey’in böyle konuşabilmesi... Evet, duygularını bastıran, belli etmemeye çalışan bir insandı. İçine kapanıktı. Ayrıca yenilgiyi hiç kabul etmeyen, kabullenemeyen bir kişilik yapısı vardı. İnat adamıydı. Eleştiriden hoşlanmazdı. Onun için, “Bu dünyaya boşuna mı geldim diye düşünüyorum” cümlesini, hasta yatağında Doğan Bey’in ağzından duymak gerçekten hazindi. (Hasan Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım, Everest Yayınları, s. 247-248)
Hazin dediğim bu duygu artık ara sıra gelip beni de yokluyor. Demek yıllar epeyce ilerledi. Yaşlanıyorum. Ara sıra kulağıma çalınır: Yaşlanıyorum ama ihtiyarlamıyorum! Olabilir. Bir gerçek çok açık. Hayatın akışı durmuyor. Durdurmak kimsenin elinde değil. Üstelik gitgide hızlanıyor hayat. Akıp giden zamanın peşinde, eğer bir de mesleğinin gereği olarak siyaset izliyorsan, hayal kırıklıkları hep yanıbaşında oluyor. Özellikle bu topraklarda… Beklediklerini yakalayamıyorsun. Beklediğin yarınlar bir türlü gelmiyor. Bazen gelir gibi oluyor. Ama sonra bir bakıyorsun uçup gitmiş… Mücadele elbette iyi bir şeyler bırakıyor. Zaman içinde birikim olmuyor değil. Ama yine de, “Bu dünyaya boşuna mı geldim?..” duygusu ara sıra insanı yoklamaya devam ediyor.
Hiçbir cumhurbaşkanı, hiçbir başbakan din bezirgânlığını buralara kadar taşımamıştı. Hiçbiri Kuran’ı siyasete bu kadar alet etmemişti
Kritik 7 Haziran sürecindeyiz. Seçim meydanlarını izliyorum. Türkiye’nin çok partili siyasal yaşamında bir ilk yaşanıyor. Bir Cumhurbaşkanı, elinde Kuran seçim meydanlarında nutuk atıyor. Cami avlusunu bile siyaset meydanına çeviriyor. Bu bir ilk. Evet öyle. Türkiye’de bugüne kadar hiçbir cumhurbaşkanı, hiçbir başbakan elinde Kuran’la seçim meydanlarına çıkmamıştı. Elinde Kuran, cami avlusunda siyaset yapmamıştı. Din istismarını, din bezirgânlığını buralara kadar taşımamıştı. Hiçbiri Kuran’ı siyasete bu kadar alet etmemişti. Ne yazık! Lafı fazla uzatmak istemiyorum. Son söz: Elinde Kuran’la seçim meydanlarına çıkan bir cumhurbaşkanını bu ülkenin başında görmek istemiyorum. İyi pazarlar!