Muktedir. Erdoğan’la ilgili kalın bir kitap. Alt başlığı şöyle: Türk sağ geleneği ve Recep Tayyip Erdoğan. Henüz ilk 132 sayfasını okudum, çok iyi gidiyor. İletişim Yayınları’ndan bu yakınlarda çıkan kitabın yazarı H. Bahadır Türk genç bir akademisyen. Kitabının ilk 200 sayfasında Menderes’i, Demirel’i, Özal’ı, Erbakan’ı anlatmış. Menderes sonrasını gazeteci olarak izlediğim bu liderlerle birlikte yakın siyasal tarihimiz bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip gidiyor. Menderes’le Demirel bölümlerindeki ortak noktalar elbette bugünü, Tayyip Erdoğan’ı çağrıştırıyor. Millet iradesinin mutlak üstünlüğü... Ya da seçim sandığından çıkan çoğunluk iradesini demokrasiyle eşit gören bakış açısı... Eski Türkiye, yeni Türkiye... Kalkınmacılık... Rakibi düşmanlaştırma eğilimi... Ya da düşmansız siyaset yapamama hali... Ceberrut devlet - mazlum millet... Şer odakları ya da Menderes’in deyişiyle tahrip cephesi olarak muhalefete, basına, üniversiteye, ‘halktan kopuk seçkinler’e, yargıya ve üstü örtülü olarak ‘asker’e duyulan ve derine giden tepki... Yarı başkanlık, başkanlık...
H. Bahadır Türk’ün “Muktedir” adlı kitabında Menderes’le Demirel bölümleri Erdoğan’ı çağrıştırıyor. Çoğunluk iradesini demokrasiyle eşit gören bakış açısı...
Bu konularda Menderes’le Demirel’in haklı ve meşru yakınmaları vardı. Her ikisi de, bu ‘şer odakları’nın işbirliği içinde yaptıkları ‘darbeler’le iktidardan düşürülmüştü. Evet, her iki liderin de demokrasiye ilişkin ciddi yanılgı ve yanlışları vardı, ama bunlar askeri darbeleri haklı ve meşru kılamazdı. Menderes’le Demirel’i halkın oyuyla oturdukları koltuktan deviren darbeler asker ve sivil ayaklardan oluşuyordu. Belirleyici olan ‘asker’di. Öteki ayaklar yargıydı, basındı, üniversiteydi ve tabii Çankaya, Cumhurbaşkanlığı'ydı. Bu koalisyonun kısa tarifi, vesayet rejimi ya da ‘bürokratik oligarşi’ydi. Türkiye’de darbeler, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat hepsi şu ya da bu şekilde bu asker-sivil ittifakının eseriydi.
Doğrudur, bu ittifakın darbelerle çizmiş olduğu ‘kırmızı çizgiler’den kurtulmadan Türkiye’de demokrasi ve hukuk devleti birinci sınıf olamazdı. Doğrudur, askerle işbirliği içinde hareket eden yüksek yargının, üniversitenin, medyanın bu ‘kötü alışkanlıkları’nı bırakmaları gerekir, eğer demokrasi ve hukuk devleti diyorsak... Bu pencerelerden Tayyip Erdoğan’a bakınca ne görünüyor? Önce hiç kuşkusuz iyi işler yaptı. Adımları, AB’ye de uyumun çerçevesi içinde, demokrasi ve hukuk yolundaydı. Bir yandan askeri, ‘seçilmiş sivil otorite’ye tabi kılacak, diğer yandan yargıyı, ‘askerin son savunma kalesi’ olmaktan çıkaracak politikalara yöneldi. Üniversiteyi 12 Eylül’ün ‘YÖK düzeni’nden kurtaracağına dair umut dağıttı. Kısacası: Erdoğan Başbakan olarak, Menderes’in tahrip cephesi ya da şer odakları diye nitelediği ‘güç merkezleri’ni demokrasiyle uyumlu hâle getireceği yolunda iyimser beklentiler yarattı, iyi adımlar da attı. Ama sonu gelmedi. Demokrasinin gereğini yapmadı.
Menderes’in ‘tahrip cephesi’, ‘şer odakları’ diye yakındığı ‘güç odakları’nı demokrasi içindeki yerli yerine oturtmaya değil, kendine tabi kılmaya başladı. Bu açıdan ‘yargı’ya bakın. ‘Medya’ya bakın. ‘Üniversite’ye bakın. Demokrasiyi demokrasi yapan yargı bağımsızlığı her geçen gün elden gidiyor. Kuvvetler ayrılığı darbe üstüne darbe yiyor. Üniversite düzeni, yeni YÖK tasarısıyla, galiba 12 Eylül’ün de gerisine düşüp tümüyle iktidara endeksli hale getiriliyor. Erdoğan özellikle yargıyı teslim almak için son derece gözü kara gidiyor. ‘Bağımsız ve tarafsız yargı’ yolunda değil, kendine tabi yargı için yol alıyor.
Bu konuyu öteden beri çok yakın takipte tutan Taha Akyol Hürriyet’teki köşesinde iki yazı yazdı. (Adalet - 19 Temmuz / Yargıda cadı avı - 16 Temmuz) Bu iki önemli yazıdan bazı bölümleri aşağıya alıyorum.
Adalet Bakanlığı Müsteşarı Sayın Kenan İpek, İstanbul’da bine yakın hâkim ve savcıya iftar vermiş!
Hiçbir kamusal ihtiyaç olmadığı halde bilmem kaçıncı torba yasa ile Yargıtay’ın yapısı değiştirildi. Bunun için Yargıtay’da Divan seçimleri yapıldı. Yargıtay Başkanı Sayın Ali Alan, Yargıtay’daki eğilimleri toparlayan ve Yargıtay’ın kurumsal kimliğini koruyan bir liste yaptı. Seçimleri bu liste kazandı. Karşısında “iktidar destekliyor” diye sunulan liste vardı. Kaybetti. On gün süren seçimler sırasında, Bakanlık bürokratlarının sözleri yankılandı: “Bizim listeyi seçmezseniz sonbaharda kanun çıkarıp Yargıtay’a yeni 100 üye atayacağız, ona göre!” Eğer sonbaharda bir kere daha kanun çıkarıp yeni üyeler atanacaksa, kim yapacak atamaları? HSYK tabii. İktidar yanlısı gazetelerde okudum. Bakanlığın yüksek bürokratları, ekim ayında yapılacak HSYK seçimlerini örgütlemek için platform kurmuşlar. İlleri gezerek hâkim ve savcılarla toplantılar yapıyorlar. Hâkim ve savcıların toplantılara katılmaması mümkün mü? Hemen Paralel damgası vurulur, on dört yıl önceki mürteci damgası gibi!
Delilsiz ve siyasi amaçlı suçlamalarla, cadı avı korkusu yaratarak yargıyı baskı altına almak büyük hatadır.
Arkadaşımız Mehmet Yılmaz’ın köşesinde okudum. Adalet Bakanlığı Müsteşarı Sayın Kenan İpek, İstanbul’da bine yakın hâkim ve savcıya iftar vermiş! HSYK seçimlerine hazırlık faaliyetlerinden biri olsa gerek. Müsteşar hem Cumhurbaşkanlığı seçimlerini, hem HSYK seçimlerini hatırlatmış, bağımsız hâkim ve savcılara. Müsteşar, sözü 17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmalarına getirmiş, bağımsız hâkim ve savcılara iktidarın tezlerini tekrarlamış... “Rahmetli Menderes ve bakanlarını yolsuzlukla suçlayıp kamuoyunda yıpratan zihniyet yeniden dirildi” demiş! Bir politikacı böyle diyebilir, fakat Adalet Bakanlığı Müsteşarı böyle konuşamaz; tabii eğer kuvvetler ayrılığına inanıyorsa.
Müsteşar, HSYK 1. Dairesi’nin “doğal üye”sidir. HSYK 1. Dairesi, hâkim ve savcıların atamalarını yapar! 17 Aralık sürecinde iki üyesi değiştirtilen 1. Daire’ye, HSYK’nın kendi yönetmeliğini çiğneyen atamaların yaptırtıldığını herkes biliyor! Dahası, 17 ve 25 Aralık işlemleri halen hukuki bakımdan “soruşturma”dırlar. Bu soruşturmalarda görevli savcılar Müsteşar’ın bu sözleri karşısında ne yapabilirler?! Üstelik, seleflerinin başına gelenleri de biliyorlar! “Paralel yapı ile mücadele”, 28 Şubat’ın “irtica ile mücadele”sine dönüştü! Delil varsa hemen soruştur ve at! Fakat delilsiz ve siyasi amaçlı suçlamalarla, cadı avı korkusu yaratarak yargıyı baskı altına almak büyük hatadır.
HSYK atamalarda politize olmamış, taraf haline gelmemiş, dürüst ve ‘çoğulcu' hâkimler atamaya dikkat etmeli
Bugün okurlarımdan bir ricam var. 30 Haziran günkü “Yargı Kimden Yana?” başlıklı yazımdan bir bölümü aktaracağım. Tekrar olacak ama lütfen okuyunuz. Yazımda, yeni çıkan bir kanuna göre, bundan böyle bütün arama, yakalama, tutuklama, tedbir ve itiraz konularında karar verecek sulh ceza hâkimlikleri kurulduğunu anlatmıştım. Artık bütün soruşturmalar bu hâkim yönetiminde olacak. Yazıma aynen şöyle devam etmiştim: “Kapatılan sulh mahkemesinin mevcut hâkimleri yeni “sulh hâkimliği” görevlerine belli bir ölçüte göre atanacak olsaydı bir şey demek mümkün olmazdı. Fakat soruşturmaları yönetecek olan bu yeni sulh hâkimlerini, sil baştan, HSYK'nın 1. Dairesi atayacak... 17 Aralık soruşturmasının hemen ardından HSYK'nın 7 üyeli 1. Dairesi'nde Adalet Bakanı'nın isteğiyle iki üye yer değiştirdi, ondan sonra 1. Daire kış ortasında kendi “Atama Prensipleri”ne aykırı atamalar yapıverdi. Son olarak da Yaz Kararnamesi'nde iktidarın hoşlanmadığı hâkim ve savcılar, yine aynı Daire tarafından, yine kendi yönetmeliğindeki “bir yerde en az iki yıl görev” şartı çiğnenerek sağa sola atandılar, hem de dereceleri düşürülerek! Soruşturmalarda en kritik kararları verecek olan sulh hâkimleri de böyle 3'e karşı 4 oy yapılanmasıyla atanırsa, yargı bağımsızlığı büyük bir darbe yemiş olacaktır! Özellikle belirli merkezlere özel nitelikli birkaç tane sulh hâkimi atamak bunun için yeterli olacaktır! HSYK hem kendi itibarı için, hem adalete güvenin artık dayanılmaz noktalara kadar düşmemesi için, atamalarda politize olmamış, taraf haline gelmemiş, dürüst ve ‘çoğulcu' hâkimler atamaya dikkat etmeli, kamuoyunu inandırmalıdır. Bu HSYK'daki üyelerin mesleki namus borcudur.”
Ve, on beş gün geçti... HSYK bütün Türkiye'deki soruşturmaları yönetmek üzere 116 tane, İstanbul'daki soruşturmaları yönetmek üzere 6 tane sulh ceza hâkimi atadı. Bunlardan üçü şöyle: (1) İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliği'ne: 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu kapsamında eski İçişleri Bakanı Muammer Güler'in tutuklanan oğlu Barış Güler, Rıza Sarraf, eski Bakan Zafer Çağlayan'ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, Özgür Özdemir ve Hikmet Tuner için tahliye kararı vermiş olan hâkim atandı.
(2) İstanbul 4. Sulh Ceza Hâkimliği'ne: 17 Aralık soruşturması sürecinde eski Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın mal varlığı üzerindeki tedbiri kaldıran hâkim atandı.
(3) İstanbul 2. Sulh Ceza Hâkimliği'ne: Eski Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan'ın aralarında bulunduğu 6 kişinin tahliyesine karar veren hâkim atandı.
Taha Akyol’un yazılarından bazı çarpıcı alıntılar böyle. Sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Erdoğan, Menderes’in 1950’lerde yakındığı ‘şer ittifakı’nı dağıtırken, demokrasinin tepesinde kendi 'şer ittifakı'nı oluşturuyor. Demokrasi ve hukuk devletinin değil, kendi tek adamlığının gereklerini yerine getiriyor. Birinci sınıf demokrasilerde ‘yargı bağımsız’dır. Yargı ‘tarafsız’dır. Demokrasilerde kuvvetler ayrılığı geçerlidir. Medya özgürdür. Üniversite özgürdür. Erdoğan şimdi bütün bu odakları Çankaya yolunda kendine tabi kılmanın peşinde. Bu demokrasi değildir. ‘Vesayet’in el değiştirdiği, sivil despotluk yolunda taşların döşendiği bir dönemdeyiz.