Bugün köşemi sevgili Can Dündar’a bırakıyorum, 29 Ekim’de Hamburg’da, Körber Vakfı tarafından düzenlenen Sürgün forumunda yaptığı konuşmayı aynen aşağıya alıyorum.
* * *
Buraya, Almanya’ya, üzerimde barut kokusuyla geldim; uğradığım silahlı saldırıdan kalma… Ceketimde, yakılmış kitaplarımın isi duruyor hâlâ… Kulağımda bütün ömrümü hapiste geçirmemi talep eden mahkeme savcısının sesi, tenimde, yattığım hapishanenin nemi var. “Hainlere idam” diye bağıran kitlelerin görüntüsü gözümün önünde… Geride kalan sevdiklerimin acısı yüreğimde… Siz bu izleri görmüyorsunuz; çünkü onlar zihnimde kilitli… Gülümseyen bir çehrenin ardına sakladım hepsini…
Büyük bir depremden geliyorum ben…
Bir kısmımız enkaz altında kaldı; bazıları hâlâ çıkmaya çalışıyor. Çıkabilenler ise çıkamayanların acısını taşıyor içinde… Bekliyor muyduk bunu? Hayır. Bütün belirtilerin var olduğunu, şimdi daha net görebiliyoruz. Beş yıl öncesine kadar, hala üstümüze çöken karanlığı, aydınlığımızla alt edebileceğimize inanıyorduk. Bize yaklaşan tehlikeyi haber veren aydınlarımızı katlettiler birer birer, gözlüklerimizi kırdılar. Bir park için isyan eden gençlere ateş açtılar. Gözlerinden vurdular en çok. Göremez olduk. Kaynayan kurbağa hikâyesini bilirsiniz. Kızgın suyu fark edip refleksle yerimizden fırlamayalım diye, ağır ağır ısıtılan bir kazanda haşladılar bizi… Fark ettiğimizde çok geçti. Yanıyorduk. Kötülük, pusudaymış meğer; süngüyle, günah korkusuyla, “ayıp olur” kaygısıyla kitlenmiş bir kafeste gününü beklermiş. Kara bir yel esti, kafesin kilidini kırdı. Kötülük salıverildi, taltif edildi, teşvik edildi. “En kötü”, rol model olarak seçildi. Düne kadar günah olan, ayıp sayılan ne varsa, norm haline geldi.
“İyiler” önce kabullenmekte zorluk çekti. İtiraz edenler, kötülerin çıktığı kafese hapsedildi. Kalanların çoğu korkup köşesine çekildi. Kötülükle savaşmak yerine, gaflete düşen iyileri suçlamak daha kolay geldi. Beş yıl içinde, kendi ülkemizde sürgün haline geldik. Her muhalif, peşinen bir sürgündür aslında… Çoğunlukta olan toplumsal inancın, devletin çizdiği çerçevenin, genel kitlesel kabulün sınırlarını zorladığınız anda başlar sürgünlüğünüz… “Hayır” dediğinizde, “hain” damgasını yersiniz. Tolerans eşiği düşük, otoriter eğilimleri güçlü bir coğrafyadaysanız, yadırganmadan dışlanmaya, iftiradan tehdide, tacizden hapse, hatta ebediyen susturulmaya kadar bir dizi cezaya ve kopkoyu bir yalnızlığa hazırlıklı olmanız gerektiğini peşinen bilirsiniz. Bu bilgi, kimini suskunluğa sürükler, kimini hapse, sürgüne, hatta mezarlığa… Geçtiğimiz asrın en ağır sürgününü yaşamış bir halkın son temsilcilerinden Hırant Dink, “Ne zaman bir ağaç diktik de meyvesini yiyebildik ki” diye sormuştu; katledilmeden önce… Bazısı, o meyveyi yiyebilmek için toprağından kopmaktansa, kendinden kopmayı yeğler. Bu da zordur. İlkinden dönüş vardır da, ikincisi dönülmez yoldur. Bazısı ise fikrini terk edeceğine, fikrine tahammül edemeyen ülkesini terk eder. Gidenlerin ruh halini, şair Murathan Mungan birkaç sözcüğe sığdırmıştır:
Aslında giden değil, kalandır terk eden…
Bir başka göçmen, Theodor Adorno, “zihinsel sürgün”ü, “insanın evdeyken, kendini evinde hissetmemesi” diye tanımlıyor. Ev, içinde çokça şiddet ve mutsuzluk barındırsa bile, istikrarlıdır. Baba ocağıdır, ana kucağıdır. Şiddetli fırtınada sığınabileceğiniz, elinizi attığınızda aradığınızı bulabileceğiniz bir güvenli limandır. Şimdi bir an için, dönecek bir eviniz olmadığını düşünün. Bir ömür boyu iğneyle kuyu kazarak biriktirdiğiniz ne varsa alınmış elinizden…. Vücudunuzun şeklini almış huzurlu koltuğunuz, rahat yatağınız, gözününüz nuru kütüphaneniz, kediniz, köpeğiniz yok. Hepsini bir anda geride bırakıp, dibini göremediğiniz bir boşluğa atlamak zorundasınız. Ve bu sadece, onaylamanın konforu yerine itirazın riskini seçtiğiniz, boyun eğmediğiniz için ödediğiniz bedel… Bunu ödememek için boyun eğer miydiniz? Bizim yaşadığımız trajedi, bu soruya “Hayır” dediğimiz içindir.
İktidarın propagandasını hûşu içinde dinleyen büyülenmiş kitlelere, “Bunlar yalan. Uçmuyorsunuz, uçuruma düşüyorsunuz” diyebilecek bir cesaret, peşinden cezayı, yalnızlığı ve sürgünü getirir. Karşılaşacağınız ilk cümle şudur: “Sen buraya ait değilsin.” İşin kötüsü, gideceğiniz yerde de sizi bekleyen cümle budur. Bir süre sonra müzmin bir yabancı olduğunuza siz de inanmaya başlarsınız. Ve Stefan Zweig’in cümlesine gelirsiniz:
Hiçbir yere ait değilim.
Geçen bahar, Lüksemburg’da Stefan Zweig adına açılan bir sergiye gittim. Kapıdan girdiğimde karton kutular ilişti gözüme… Serginin toplandığını düşündüm önce; gerçeği sonra anladım: “Sürekli eşya toplamak zorunda kalmış”, sürgünde bir yazarın, zoraki bavullarıydı onlar… Şimdi, kendisinin adını taşıyan sergide, birer teşhir vitrini olmuşlardı. Zweig, “Günlükler’ini şöyle bitiriyor:
“Eşyalarımı topladım, hazırlandım. (..) Avrupa’nın işi bitti. Dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız.”
Sürgün, gittiği yere, ülkesindeki hayatını, sansürlenen fikrini, yasaklanan sanatını da götürür. Türkçede, zorunlu olarak göçenlere “sürgün” denir. Sözcüğün bir anlamı daha vardır: “Yeni süren filiz.” Sürgün, gittiği yerde sürgün vermesini, çiçek açmasını sağlayacak, daha uygun bir iklim bulabilir; ancak kökünden, suyundan, doğal florasından koparılan her bitki gibi, taşındığı toprakta kök salıp salamayacağı belli değildir. Ya tutunup meyve verir ya da kuruyup gider. Arası, bir fanus bitkisi olma tehlikesidir. Hepsinin örneği var tarihte…
Türkiye’nin en iyi şairlerinden Nazım Hikmet, yıllarca hapis yattıktan sonra ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Yurttaşlıktan çıkarıldı. Sürgünde memleket hasreti çekerek öldü. Türkiye’nin en iyi film yönetmenlerinden Yılmaz Güney, yıllarca hapis yattıktan sonra ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Yurttaşlıktan çıkarıldı. Sürgünde memleket hasreti çekerek öldü. Türkiye’nin en sevilen müzisyenlerinden Ahmet Kaya, “hain” damgası vurulduktan sonra ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Sürgünde memleket hasreti çekerek öldü. Şimdi üçü de ülkelerinde baş tacı edilen sanatçılar… Şiirleri, filmleri, şarkıları her yerde… Türkiye, asi çocuklarını lanetleyip başka topraklara defnettikten sonra mezarlarına kahraman madalyası takmakta mahirdir. Naziler tarafından Alman vatandaşlığından çıkarılan Thomas Mann için de öyle olmadı mı? Geçen sene, Türkiye’de bir TIR şoförü, “Erdoğan’a hakaret ediyor” diye eşini polise ihbar edince anmıştım Thomas Mann’ı… Alman ordularının savaşı kaybetmesini istediğini yazarken, “Bu yazdıklarım oğullarımın eline geçerse onların beni gizli polise ihbar etmek zorunda kalacak olmaları, yaşadığımız felaketin boyutunu anlatmaya yeter” demişti. En yakınlarınıza sirayet edebilen bir hastalıktır kötülük… Dünyanın öbür ucuna da gitseniz, peşinizden gelir. Nitekim Zweig’ın peşinden gitmedi mi? Onu, gidebildiği en uzak coğrafyada teslim almadı mı? Yine “Günlükler”den örnek vereyim. Şu satırları, canına kıymadan sekiz ay önce yazmış:
“Eyfel kulesinde gamalı haçlı bayraklar… Zafer Takı önünde nöbet tutan Hitler’in askerleri… Hayat, artık yaşamaya değmiyor. Neredeyse 59 yaşındayım. Önümdeki yıllar korkunç olacak. Bu aşağılamalara niye katlanayım ki?”
59’una yaklaşırken, eşyaları karton kutularda duran, ülkesinde ve dünyada popülizmin yükselişini dehşetle izleyen benim gibi biri için, bu satırların ne kadar sarsıcı olduğunu tahmin edersiniz. Zweig’ın trajedisinde, günümüze uzanan dersler var: Sürgün, gittiği ülkede özgürlük ve huzur bulacağını umar. Artık ne kapısında silah sesi olacaktır, ne polis tehdidi… Ne kaleminde pranga, ne dilinde kilit… Ama öyle olmaz: Doğduğunuz ülkeden yükselen bulutlar, sizi takip eder, geldiğiniz ülkenin güneşini keser. Bazen de içerden teslim alır sizi: Ayağınızdaki çiçekten prangalardan biri, geride bıraktıklarınızdır. Kurduğunuz her cesur cümle, size haz verirken uzaktaki sevdiklerinizi tehlikeye atar. Yelkenleri indirmiş çoğu sürgün biyografisinin sayfaları arasında, rehin alınmış sürgün yakınlarının izi vardır.
Ağzınızdan çıkan her muhalif cümle, o umudu biraz daha uzağa iter; sizi, cümle cümle koparır doğduğunuz topraklardan… Kimileri suskunluğun ya da itaatin, dönüş kapılarını açacağını sanır; ama yanılır. Dönse de, ne döndüğü yer, ayrıldığı ülke olacaktır; ne dönen, giden kişi… Özetle, Türkçedeki acı tabirle: “Gidip de dönmemek, dönüp de bulmamak var”dır. Gidilen yere gelince… Göçmenin göçtüğü yer, bir muammadır. Nereden zirveye çıkılır, nerede çamura batılır; bilemez. Dili yabancıdır, soramaz. Yara bere içinde yerleşene kadarki bölüm, en sancılısıdır. Dalından kopmuş bir yaprak gibi savrulurken bir yandan hasretle, öte yandan gurbetle cebelleşmek zorundadır. Bu arada aidiyet hissinin konforundan uzak bir yalıtılmışlık, kaçınılmazdır. Çünkü çıkıp geldiği yerde olduğu gibi, burada da “yabancı”dır. Geçicilik duygusuyla bir türlü yerleşemez. Toplumdan dışlanmak, farklılığından dolayı ayıplanmak, istenmediği bir yere geldiği için zaman zaman küçümsenmek, onu mutsuz eder. Mutsuzluk, depresyonu davet eder. Oysa mültecinin, mutsuz olma, karamsar olma, hasta olma hakkı yoktur. Yeni toprağında tutunabilmek için acısını içine gömüp her şeye sıfırdan başlamak, hayatını yeniden kurmak, karnını doyurmak, ülkesindeki yangına su taşımak, geride kalan yakınlarına çare bulmak zorundadır. Ülkesiyle yakın temasta kalsa, sürekli dikiz aynasına bakan bir şoför gibi, önünü görmeyip kaza yapma tehlikesi vardır. Hiç geri dönüp bakmasa, bu kez de köklerinden kopup boşlukta sallanmaya başlar. İyi bir şoför gibi, sürekli arkasını kollayarak ileri bakmak zorundadır. Bilmediği trafikte, yalnız başına iken ve her hatasında lanetlenirken bunu yapması gerçekten zordur. Kimi sokağa çıkmayıp tedavisiz bir melankoli ile içine kapanır. Kimi öfkeyle suça dadanır. Pek azı, o acımasız trafikte ayakta kalır. Yüzyıl, bizi yeryüzüne rapteden yerçekimini ortadan kaldırdı adeta… İnsanlık, ipi kopmuş bir kolyenin başıboş incileri gibi dünyanın dört bir köşesine saçıldı. Büyük fırtınada kimimiz başka coğrafyalara savrulduk; kimimiz boşluğa… Bu belalı miras, 21. yüzyılda artarak sürüyor. Savaş, şiddet veya başka nedenlerle yurdundan göçenlerin sayısı 65 milyona ulaşmış durumda… Her üç saniyede bir kişi evini terk etmek zorunda kalıyor. Mültecilerin yarısı çocuk. Yüzde 84’ü gelişmekte olan ülkelerde… Yani burada, zengin Avrupa’da değiller. Avrupa, silah sattığı savaşlardan kaçıp kapısına dayananları duvarların ardında bıraktı; kapılarını sımsıkı kapatıp kendini güvenceye aldı. Erdoğan gibi liderlere para vaat edip uzak topraklarda kamplar kurdurdu. Mültecilerin oralarda rehin tutulmasına ve pazarlık kozu yapılmasına göz yumdu. Avrupa’ya ulaşmayı başaran mülteciler ise, yaşlı kıtada büyük bir değişimi tetikledi. “İşimiz, kentlerimiz, yaşam tarzımız elimizden kayıyor” paniği, kitleleri daha yüksek duvarlar vaat edenlerin kanatları altına sürükledi. Almanya’da yarın AfD iktidar olursa, muhtemelen mülteciler geri yollanacaktır; ancak emin olun ki, çoğunuz kendinizi kendi ülkenizde mülteci hissedeceksiniz. Tıpkı Türkiye’de birer mülteci haline gelen bizler gibi..
Mezarınız da olabilir; tahtınız da… Sizi suskunluğa gömebileceği gibi, dilinizin bağını da çözebilir. Yerelden kopmak, boşluğa itebilir sizi; ama evrenselleştirebilir de… Yalnızlaşabilirsiniz, ama kalabalıklaşabilirsiniz de… Gittiğiniz ülkenin mazlumlarıyla yoldaşlık kurabilirsiniz; ama hükümdarlarıyla kolkola da girme tehlikesi de vardır. Elia Kazan, Amerika sürgününde, 1950’lerin cadı avına katılmanın bedelini yarım asır ödedi. Aleksandr Soljenitsin, Gulag Takımadaları eleştirisi kadar, sığındığı ABD’yi, Vietnam’dan erken çekilmekle suçlamasıyla da anımsanıyor bugün… Buna karşın Frankfurt Okulu, Nazi Almanyasının sürgünlerinin birikiminden doğmuş bir bereketli meyvedir. Sürgündeki yazarı bekleyen bir başka tehlike, kıskaçtan kurtulmuş, zincirlerini koparmış olmanın heyecanı ve hiddetiyle bir politik figüre dönüşmektir. Siyaset, kaçınılmaz olarak kanına girer yazarın; onu, başka bir şey yazamaz hale getirir. Öfke, her zaman yaratıcılığın kırbacı olmayabilir; bazen onun kefeni olur. Sürgün için elzem ama zor olan, kendisini köklerinden koparan baltayla hesaplaşmasını, fikre, sanata, edebiyata dönüştürebilmektir. Bunu başaramayan, intikam hissini yüreğinden atamayan, “sürgünde bir muhalif” olarak ölür. Bir de ülkesine dönüp tutunamayanlar vardır ki onların trajedisi de ayrıdır. Savaştan sonra döndüğü Almanya’da aradığı kültürel iklimi bulamayınca sürgün Fransa’sına geri dönen Bruno Alfred Döblin gibi mesela… Evine kahraman olarak dönenler yok mu? Var tabii… Gelin şimdi bütün bu kara bulutu dağıtalım ve sürgün macerasına bir de olumlu yanından bakalım: Bu noktada Ernst Reuter’i anımsatmama izin verin. Magdeburg Belediye Başkanı, Nazilere meydan okuduğu için 1933’te tutuklanıp toplama kampına gönderilmiş, orada dövülmüş, aşağılanmış, eziyet görmüştü. 1935’te tek bir bavul, henüz el konmamış bir pasaport ve cebinde pek az parayla Almanya’yı terk etmişti. Ayrılırken arkadaşlarına, “Belki 10 yıllığına çöle gideceğiz, ama günün birinde geri geleceğiz” demişti. Çöle değil, kendisine kucak açan Türkiye’ye geldi. Tam da tahmin ettiği sürede, 10 yıl boyunca, hem yeni Türkiye’nin inşasına katkı yaptı, hem ülkesinin özgürlüğüne kavuşması için mücadele verdi. Savaş sonrası Almanya için bir yol haritası üretti. Döndüğünde özgür Berlin’in Belediye Başkanı oldu ve ülkesinin ayağa kalkmasında görev aldı. Tek bir bavul, henüz el konmamış bir pasaport ve cebimde çok az parayla geldiğim Almanya’da, Reuter’in hikâyesini okumak, umut veriyor bana… Evet, mültecilik, evsizlik kadar, yurtsuzluk kadar, öksüzlük kadar ağır… Evet, mültecilik sancılı, çileli, hazin bir yaşam deneyimi… Ama bir yazara, bir sanatçıya, akademisyene, entelektüele, siyasetçiye, yeni yollar, yeni kapılar, yeni ufuklar açan yanları da var. Reuter’den 85 yıl sonra, barış isteyen bir bildiriye imza attıkları için kürsülerinden kovulan Türkiyeli akademisyenler, Almanya’ya geliyor. Asırlık bir göçü tersine çevirerek burada hem Almanya’nın, hem ülkelerinin geleceğine yatırım yapıyorlar. Türkiye’de gerçeği savunma şansı bulamayan gazeteciler buradan haykırıyor gerçekleri… Yerinden yurdundan edilmiş yazarların eserlerinden oluşan kütüphane bize, onca acıdan verimli bir külliyat çıktığını gösteriyor, ki buna ”Exilliteratur” adı veriliyor. Son 10 yılda yerküreye damgasını vuran göç dalgasının, yepyeni bir yazarlar kuşağını ve sürgün edebiyatını doğuracağına kuşku yok. “Sürgünce, acıların keskinleştirdiği kalemiyle, yazarlığın en verimli dillerinden biri olmaya devam ediyor.
Sevgili hocam Ünsal Oskay, hep Adorno’nun “Yanlış hayat, doğru yaşanamaz” cümlesini tekrarlardı bize… Ülkemiz artık tahammül edilmez hale gelince ve itiraz edenlerin tümü hapsedilince iki şey yapabiliriz: Elimizdekini korumanın konforu için, -vicdan azabı çekerek- içine doğup büyüdüğümüz ülkeyle kirli anlaşmalara girişebilir veya umursamazlığın saten gözbağını takabiliriz. Bir de ülkesini terk etmek zorunda kalanlar vardır: 1940’ta Almanya’dan İsveç’e kaçan Yahudi yazar Nelly Sachs gibi… Stockholm’e indiğinde dostlarının ilk söylediği şu olmuştu:
Şu andan itibaren, sahip olduğun tek şey, dilin…
Sachs, elindeki o tek sermaye ile 1966’da Nobel Edebiyat ödülünü aldı. Adorno, “toplumdan kopma” ile “topluma tapma” seçenekleri arasında entelektüelin “askıda kalma” halini olumlar. “Artık anavatanı olmayan biri için yazı, yaşanacak yer halini alır” der. Yazıdan bir anavatan kurmak… Zweig’ın “Hiçbir yere ait değilim” karamsarlığına karşı ilaç önerisidir bu… Thomas Mann, bu karamsarlığı, meydan okuyan bir iyimserliğe çevirir: “Ben neredeysem, Almanya oradadır.” Yazar için, sanatçı için, siyasetçi için, akademisyen için, bu “ipini koparmış uçurtma hali”, tehlikeli ama verimlidir. Ülkeden kopmak, canını acıtır insanın, ama aynı zamanda ruhunu özgürleştirir. Sizi yerleşik kalıplardan, üstünüze çöken önyargılardan, mahalle baskısından, çoğunluğa uyarak tehlikeden sakınma mecburiyetinden, diktatörleri güvenceye almak için uydurulmuş “milli çıkarları kollama” ısrarından kurtarır. Önceden çizilmiş otoyollardan ayrılıp kendi patikalarınızı bulma fırsatı yaratır –ki o patikalarda yazar, genellikle tanımadığı kendisiyle de karşılaşır. Ağzınızdaki bant, ayağınızdaki pranga, gözünüzdeki bağ çözülmüştür. Şimdi yalnız, ama bağımsızsınızdır. Konforlu evinizden çıkıp kendinizi yeni bir evrende, yeniden varetme çabası, iddialı bir meydan okumadır. Aniden soğuk bir suya dalmak gibi, önce ürpertse de, nihayetinde dinçleştirir insanı, gençleştirir, cesaretlendirir, özgürleştirir. Her koşula ayak uydurmak ve her koşulda ayakta kalmak, ne olursa olsun akıntıya kapılmamak, her yerde ve herkese karşı gerekirse tek başına itirazını sürdürmek, özgüvenini pekiştirir. Sürgün, sürülene kendi yeteneğini, sınırların ötesinde test etme, dilini, derdini, mücadelesini başka diyarlara duyurma fırsatı da yaratır. Öte yandan gittiği ülkeye farklı bakış açıları sunar. Bir başka göçmen olan Edward Said Batı’ya, bağnazlığın, sadece İslam’ın bir yüzü olmayıp, Hristiyanlık, Yahudilik formları da olduğunu öğretmedi mi? Bir göçmenler ülkesi olarak nam salan Almanya, bünyesine aldığı yabancıların enerjisiyle büyüdü, aynısını yapan Amerika gibi bir dünya devi oldu. Son büyük akında mültecilere kapılarını açarak gözdoldurdu. Şimdi o yabancıları kovmak, hatta boğmak isteyenlerin Almanya’daki yükselişini dehşetle izlesem de, onların nefret mitinglerini, “Nefreti yeneceğiz” sloganıyla kuşatanların güçbirliğiyle umutlanıyorum. Nasıl Alman dostlarım, Türkiye’nin özgürlük mücadelesinde bizlerle dayanışıyorsa, ben de ırkçılığa karşı mücadelede onların safında yürüyorum. Bizi ülkelerimiz değil, ilkelerimiz ayırıyor artık. İnandığımız ortak ilkeler için sınırları aşan bir dayanışma sergiliyoruz. Diktiğimiz ağaçların meyvesini yiyebilmek için, yıkılan duvarların yerinde, nefretin değil, sevginin yetişmesi için mücadele ediyoruz. Artık kabul edelim: Bir göçmenler yerküresinde yaşıyoruz. Belki çoğumuz, doğduğumuz topraklara bir daha dönemeyeceğiz. Doğduğumuz kentleri, yürüdüğümüz caddeleri, yüzdüğümüz denizleri, bir daha göremeyeceğiz. Eşyalarımız battal karton kutular içinde ülke ülke gezip duracak bizimle… Memleket, üzerimizdeki barut kokusunda, ceketimizdeki iste, tenimizdeki nemde, sevdiklerimizin hasretinde yaşayacak. Yolda yürürken, gülümseyen bir mülteci yüzü görürseniz, o tebessümün ardında bu acıların saklandığını bilin. Bir gün aynı acıları yaşamamak için onların deneyimine kulak verin. Bize düşen, acılara yenilmemek, acıları yenmektir. Yeni yurdumuzda, yani yazıdan anavatanımızda özgürce yazmaya devam edeceğiz. Türkiye’den uzak olduğumu söyleyenlere, Thomas Mann’dan bayrağı devralarak cevap vereyim:
“Ben nerede yazıyorsam, Türkiye oradadır.”