Cumhuriyet gazetesinde genel yayın yönetmenliğimin daha ilk günleriydi. 1981 yılı Nisan ayı. Bir sabah vakti erken gazeteye geldiğimde masamın üstünde bir zarf bulmuştum. Kimin bıraktığı belli olmayan bu zarftan düzgün bir el yazısıyla şu not çıkmıştı: Gazete yöneten adam, bana, cehennem ateşini bir kova suyla söndürmeye çalışan meleği hatırlatır. Aldous Huxley. Melekle gazeteci... Bu ikisi ne kadar yan yana gelebilir, elbette tartışmaya açık bir konu. Ama işin, yani gazete yöneticiliğinin fevkalade zorluğunu anlattığı için de, ben bu notu yıllar yılı saklamış, 2005’te yazdığım Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim isimli kitabımın girişine koymuştum.
Aldous Huxley: Gazete yöneten adam, bana, cehennem ateşini bir kova suyla söndürmeye çalışan meleği hatırlatır
Evet, şimdi nereden çıktı bu?.. Büyük bir gazetecinin ölüm haberi üzerine iki satır yazmak için bilgisayarımın başına oturunca birden anımsadım. Belleğin o tuhaf derinliklerinden çıkıp geldi, bir kova suyla her Allah’ın günü cehennem ateşini söndürebileceklerini ya da günün birinde ‘filmin sonu’nu görebileceklerini sananların biraz da hazin hikâyesi... Gazetecinin adı, Ben Bradlee. Amerikan gazeteciliğinin efsane adamı. Washington Post’u bir ‘taşra gazetesi’ olmaktan çıkarıp büyük gazete yaparken tirajını da katlamıştı. Gri Washington Post’u hem etkili, hem sıkıcı olmayan, hem de genç ve yetenekli muhabirlerin özgürce koşturdukları okunur bir gazete yapmıştı. Son derece yürekliydi. Saldırgan bir habercilik anlayışı vardı. Haber kutsaldı, hayat gibiydi onun için. Ya da gazetecilik haber demekti. Watergate haberciliğiyle, tam iki yıllık bir fikri takip sonunda Başkan Nixon’ı koltuğundan deviren Ben Bradlee 93 yaşında ölmüş... Üzüldüm.
Kitaplığımdaki A Good Life adını taşıyan öz yaşam öyküsünün sayfaları arasında dolaşırken, hayranlık verici bir gazetecilik kariyerinden fotoğraf karelerine göz atarken, gazeteciliği ne kadar sevdiğimi de bir kez daha hissettim. Bilgi Üniversitesi’nde geçen ay vermeye başladığım medya ve siyaset dersinin ilkinde Ben Bradlee’nin de adını anmıştım. Gazete için şöyle der: “Tarihin ilk kaba taslağı...” Gazeteci milletinin, özellikle muhabirlerin bu taslağı yazanlar olduğuna inanır. 1982 yılından çıkan Tarihin İlk Kaba Müsveddesi başlıklı bir mülakatında şunları söyler:
Ben Bradlee muhafazakâr Amerika’da ‘vatan hainliği’ suçlamasından da nasibini almıştı. Ama yoluna devam etmişti. Çünkü yandaş değil gerçek gazeteciydi
Biz gazetecileri seven çok azdır toplumda... Değişik nedenleri vardır... Mesela, bakın: Washington'daki Ulusal Hava Limanı'na her gün 600 uçak inip kalkar, her şey tıkır tıkır işler... Biz de bu arada tek satır yazmayız... Fakat günün birinde ufacık bir kaza olmaya görsün, tıpkı akbabalar gibi havaalanına çullanırız... Didik didik eder, eleştirmediğimiz yanını bırakmayız... Sanki, her gün 600 uçağın tıkır tıkır inip kalktığı havaalanı değildir o artık... (24 Temmuz 1985 tarihli Cumhuriyet’teki yazımdan)
Ben Bradlee bir başka mülakatında, “Yüksek yerlerde olup biten aşağılık işlerle ilgili hikâyelere de bayılırım” diye konuşur. Watergate skandalını kovalarken, muhafazakâr Amerika’da komünistlik, vatan hainliği suçlamalarından da nasibini almıştı Ben Bradlee. Ama aldırmamış, yoluna devam etmişti. Çünkü o, memur değil gazeteciydi. Yandaş değil gerçek gazeteciydi. Emret komutanım gazeteciliğini zaten bilmiyordu. Beyefendi rahatsız olmasın gazeteciliğini her zaman reddetmişti Ben Bradlee…
Cumhuriyet’te 1985 yılında çıkan ve ilk kez Ben Bradlee’den söz eden yazımda şu satırlarım vardı:
Ben Bradlee’nin meslekteki şanslı bir yanı da, bağımsız gazetecilik konusunda kendisini hiç yalnız bırakmamış olan patronuydu
Gazetecilerin resmi memur olarak çalışmadığı ülkelerde pek değişmez, aynıdır. Genellikle sempati duyulmaz kendilerine. Yüzlerine gülünse bile pek o kadar sevilmezler. İstisnaları olabilir, ama bunu bir genel kural olarak kabul edebilirsiniz. Çünkü işleri, ‘eleştiri’dir. Çünkü, mesleklerinin en temel özelliği kuşkuculuktur. Gözler önünde olan bitenden çok perde arkasını merak ederler. Çünkü, açıkça söyleneni değil, söylenmeyeni veya öyle söylenmesinin nedenini, niçinini öğrenmek isterler. Çünkü, bazen konuşanı umursamaz, onu konuşturanı, arka plandakini araştırmaya koyulurlar. Çünkü, su yüzüne vurulanla yetinmez; dipte ne var ne yok habire karıştırmayı severler. Çünkü, gerçek gazeteci dünyanın her yerinde hemen hemen aynıdır: Sakin bile gözükse, sanki bir tarafında bir şey varmış gibi sürekli kıpır kıpır, huzursuz bir insandır. Çünkü, neredeyse en tabii sohbetlerini bile üstü kapalı sorularla süslemeyi sever... Ve demokrasilerde dördüncü kuvvet diye nitelenebilecek kadar da gücü olduğu söylenebilir basının. İşte bu nedenlerden dolayı, denebilir ki, özellikle siyasal iktidarların, hükümetlerin basından pek öyle memnun oldukları görülmez. Tek tük istisnalar dışında iktidarlar, devlet ve politikacılar kendilerine tam tabi, bağımlı kalem isterler. “Gerçeği yazın, yeter!” deseler de, bilinçaltlarında durumun değişik olduğu, gün gelir ettikleri bir ufak sözden, bir jestten, hatta bir mimikten belli olur. Kendi doğrularına, misyonlarına o kadar inanırlar ki, eleştiri canlarını sıkar. Gün gelir çatlak ses, ülkesine göre de vatan hainliği damgaları vurulur gazetecilere...
1985’te, 29 yıl önce rahmetli Başbakan Özal’ı Ben Bradlee’den alıntılarla eleştirdiğim Cumhuriyet’teki bir yazımdan aldım bu satırları.
Ben Bradley tam 26 yıl yönetmiş gazetesini. Varlıklı bir aileden geliyor. Harvard’da okumuş. Başkan Kennedy ile olan çok yakın dostluğu, -ki kendisine epeyce büyük atlatma haberler de getirmiştir- Harvard yıllarına uzanıyor. Yakışıklı bir adam. Başından birkaç evlilik geçmiş. Son evliliğini Washington Post’un en parlak muhabirlerinden biriyle yapmış ve 60 yaşında yine baba olmuş… Meslekteki şanslı bir yanı da, bağımsız gazetecilik konusunda kendisini hiç yalnız bırakmamış olan patronu Katharine Graham’dı. 70 yaşında emekliye ayrıldıktan sonra Washington Post’ta kendisi için ayrılan ofis için hafif alaylı bir dille şöyle demiş: “Gazeteye giren genç muhabirleri her seferinde benim oradan da şöyle bir geçiriyorlar.”
Ben Bradlee 70 yaşında emekli olurken, gazetede bir parti verilir. Adı Nora Boustany olan bir kadın gazeteci şöyle der: “Lübnan’da iç savaşı izlerken, kendimi ne zaman Beyrut sokaklarında bulsam, silah sesleriydi, bombardımandı, karanlık köşelerdi, hepsi vız gelir tırıs giderdi. Çünkü Washington’da, tepemizdeki o yürekli adamın, o büyük gazetecinin beni takdir edeceğinden, haberlerimi gazetede en iyi şekilde değerlendireceğinden her zaman emindim.” Başkan Obama’nın geçen yıl göğsüne özgürlük madalyası taktığı Ben Bradlee, iki gün önce, 93 yaşında hayata veda etti. Gazeteci milletinin başı sağolsun.
.
.
.