7 Aralık 1970’de, puslu bir kış günü; Willy Brandt, Polonya gettosu anıtına çiçek koyduktan sonra, herkesin bakışları altında birden bire diz çöktü. 10 saniye, 20 saniye, yarım dakika… Herkes nefesini tutmuş onu izliyordu... Varşova direnişine katılanlardan biri, şunları söyledi: Brandt’ın Varşova Gettosu Anıtı’ndaki diz çöküşünü gördüm. O anda şunu hissettim: Artık içimde nefret yok! O diz çöktü ve halkını yükseltti.
Varşova, 16 Şubat 2018
Kaliningrad'dan beri elimden düşmeyen bir kitap:
Blood Lands, Europe Between Hitler and Stalin, Timothy Snyder
"Kanlı Topraklar, Hitler'le Stalin Arasındaki Avrupa" olabilir Türkçesi. Rastgele bir sayfası: 1939'da Nazi işgali geldiğinde Gdansk Postanesi efsanevi bir direniş gösterir. Ama sonunda postacıların hepsi kurşuna dizilir. Direnişçilerin arasında Günter Grass'ın amcası da vardır. Grass yıllar sonra yazdığı The Tin Drum (Teneke Trampet) isimli romanıyla bu katliamı gün ışığına çıkarır. Bu satırları yazarken Doğan Akın'dan mesaj, Enis Berberoğlu hapis cezasına çarptırılmış... Yazıları kesmiştim. Ama vicdanım el vermedi, gece yarısına doğru bir kahve köşesi bulup sevgili Enis için bir yazı yazdım, mahkûmiyet kararını eleştirdim. Bazı satırlar şöyleydi:
Hukuk ve adaletin ırzına geçen mahkûmiyet kararları aklıma takılıyor.
Sevgili kardeşim; Bu memleket her geçen gün koskocaman bir tımarhane oluyor. Demokrasi de kalmadı. Hukuk da kalmadı. Adalet de kalmadı. Özgürlük de kalmadı. Senin bu mahkûmiyetin, savunduğumuz bütün bu değerlerin bu memlekette yerle bir edildiğinin yeni bir kanıtıdır. Moralini bozma. Hep yanında olacağız. Adaleti, hukuku, özgürlüğü savunmaya devam edeceğiz.
Evet sevgili Enis; seni hapse mahkûm edenler, tarih önünde mahkûm olacaklar! Bir yazı daha... Sonra bir boşluk... Çaresizlik... Belki hep aynı yazılar olduğu için, belki kendi kendimi tekrarladığım için böylesine duygular uç veriyor. Can sıkıntısı, evet boşluk, yalnızlık... Varşova'ya bugün trenle Gdansk'tan geldim. Yolculuk boyunca kar hiç durmadı, şimdi de atıştırıyor. Varşova'da önce Getto Müzesi'ne gittim. Ve paramparça oldum. Böylesine bir vahşeti, böylesine bir barbarlığı yapanları kimbilir kaçıncı kez lanetledim. Parkın içinden Varşova Yahudi Gettosu Kurbanları Anıtı'na doğru yürüyorum.
Tarihe geçen özür
- Varşova'da Yahudi Gettosu Kurbanları Anıtı'na doğru yürüyorum, yıllar önce anıtın önünde diz çöken Willy Brandt'ı anımsıyorum
Yıllar önce anıtın önünde diz çöken Alman Sosyal Demokratlar'ının efsane lideri Willy Brandt'ı anımsıyorum. 1970 Aralık ayı. Willy Brandt Batı Almanya Başbakanı olarak Varşova'da. Gezi programında Getto Müzesi ve anıtı da var. Brandt çelengi anıta bırakıyor. Ama aynı anda ellerini önünde kavuşturup dizlerinin üstüne çöküyor. Ve tabii kıyamet kopuyor. Willy Brandt hiç beklenmeyen bu jestiyle Almanların Nazi geçmişi adına özür diliyor, Almanya'nın Hitler tarihiyle hesaplaşmasında kapıyı açıyor.
En yakınları bile Brandt'ın Varşova'da böyle bir tarihi jest yapacağından habersizdir. Onların arasında, Varşova gezisinde Brandt'a sosyal demokrat bir dost, bir entelektüel olarak eşlik eden Günter Grass da vardır. İlginç olan başka bir nokta vardır. Büyük romancı da o tarihlerde henüz kendi Nazi geçmişinin kapağını açmamıştır. Günter Grass ilk gençliğinde SS'lerin gençlik örgütü Hitler Jugend'un üyesidir. Ve bu gerçeği 60 yıl boyunca gizler. 2007’de çıkan anılarında bundan dolayı duyduğu utanç ve nedameti şöyle itiraf eder:
1945 yılında 17 yaşındaydım. O dönemdeki Nazi ideolojisinin etkisi altında kalmıştım. 12 yıl boyunca Nasyonal Sosyalistler’in tüm dünyaya yaşattığı vahşetin gerçekliğini kabul etmedim. Olanları inkâr ettim. ‘Almanlar böyle bir şey yapmış olamazlar’ dedim. Sonra resimler görmeye başladım, ölüm kamplarından gelen resimler... Cesetler büyük dağlar halinde yığılmıştı. Ama yine de “Benim Almanyam böyle bir şey yapmış olamaz" diye düşünüyordum. Her şeyin bir propaganda olduğuna inanmak istedim. Ondan sonra yavaş yavaş da olsa, bunun gerçek bir vahşet olduğunu kabul etmek zorunda kaldık.Benim neslim ve benden sonraki nesil için bu hiç de kolay olmadı. Bu konularla yeniden yüzleşmek büyük zorluklarla oldu. Ama bu sonunda gerçekleşti.
"Ben kendimi soğan gibi soyabildim, Türkiye de kendi tarihiyle yüzleşmeli"
Türkiye tarihiyle hesaplaşamıyor. 1915'lerle, Dersim'lerle, Kürtlere dönük acımasızlıklarla, darbelerle yüzleşemiyor
Günter Grass 2010 yılında İstanbul'a gelmişti. Bir sohbette kendi geçmişiyle, kendi ülkesinin tarihiyle hesaplaşırken sözü, 1915’e, Ermeni Soykırımı’na getirmişti:
Ben geçmişimin gerçeğine bakabildim. Gözlerimi yaşartsa da, kendimi soğan gibi soyabildim. Siz de kendi tarihinizle, Ermenilerin bu topraklarda yaşadıklarıyla yüzleşebilmelisiniz. Kendi geçmiş tecrübelerimden bir ülkenin tarihiyle yüzleşmesinin ne kadar zor olduğunu çok iyi biliyorum. Onun için söylediklerimi rahat ve çok hafif bir şeymiş gibi söylemiyorum. Türkiye de kendi tarihiyle yüzleşmelidir. Almanya bunu başardı. Türkiye’nin de bu süreci başaracak güçte olduğunu düşünüyorum. Bu, Avrupa’ya gidecek yoldaki ilk ve en önemli adımdır.
Türkiye ne yazık ki tarihiyle hesaplaşamıyor. 1915'lerle, Dersim'lerle, Kürtlere dönük kıyım ve acımasızlıklarla, askeri darbelerle yüzleşemedi, yüzleşemiyor. Kendi kendisiyle barışamadığı için de tarih tarih olamıyor bu ülkede. Geçmişin sorunlarını yaşamaya devam ediyor. İç barışını, iç huzurunu da bundan dolayı bir türlü bulamıyor. Bugün böyle bir Türkiye var, Avrupa'dan hızla uzaklaşmakta olan bir Erdoğan Türkiyesi... Kar atıştırıyor. Getto Anıtı'nın çevresinden ayrılamıyorum. Müze çok etkileyici. Tarih, 25 Eylül 1939. Varşova Nazilere hâlâ teslim olmuş değil, direniyor. Hitler'in emriyle Nazi uçakları gökyüzünden ölüm yağdırıyor. Bir günde 560 ton bomba, 72 ton yangın bombası atılıyor Varşova'ya. Ve bir gecede 25 bin sivil, 6 bin asker ölüyor. Bunları düşünürken cep telefonum çaldı, Doğan Akın'dan, Silivri'den haber var:
Nazlı Ilıcak ve Altanlar ömür boyu ağırlaştırılmış hapse mahkûm edildi.
Ağırlaştırılmış müebbet hapis... İdam cezası olsa, idam demek... Akıl alır gibi değil. Yazı yazmadan duramam. Tekrar müzeye girip sakin bir köşede, Heyy sen! diye bağıran bir yazı yazıyorum:
Heyy sen! Bak, şunu hiç unutma. Hukuk ve adaletin ırzına geçen bu mahkûmiyet kararları, senin alnına kapkara bir leke olarak, silinmez bir damga gibi vurulacak. Bu utançtan kurtulamayacaksın. Nazlı da, Ahmet de, Mehmet de hiçbir zaman darbeci olmadılar. Darbe işbirlikçisi olmadılar. Sen darbeci oldun, onlar olmadı. Sen ne dersen de, barışı savunmaya devam edeceğiz. Savaşa karşı çıkacağız. Barışı suç saysan da, barış diyenleri hapse atsan da, savaşa hayır demeyi sürdüreceğiz. Heyy sen! Şunu kafana iyi sok. Ne susacağız. Ne biat edeceğiz. Ne korkacağız. Ne de yılacağız. Adalet diyenleri, hukuk diyenleri, özgürlük diyenleri hapse atsan da, barış ve demokrasinin temelini oluşturan bu değerleri biz hep birlikte ölümüne savunmayı sürdüreceğiz.
Heyy sen, demek benim sevgili arkadaşlarım Nazlı'yı, Ahmet'i, Mehmet'i mahkûm ettirdin! Yazı bitti. İdam cezası olsa, sevgili arkadaşlarım sehpaya gidecek. Dehşet verici. Getto Müzesi'nin barında bir şat buz gibi Zubrowka yuvarladım, iyi geldi. Bir zamanlar Cumhuriyet'teyken Başyazarım rahmetli Nadir Bey'in ricasıyla kendisine yurt dışından getirdiğim Polonya votkası öfkemi dindirdi.
Yarın: Krakow'dan