Yıllar önce Chelsea Hotel’de iki gece kalmıştım. Leonard Cohen yaşıyordu. Sabah vakti otelin önünde içimi hüzün bastı. Belki de artık her şey geçmişte kalıyor duygusu... Mumlar, güller, rengarenk çiçekler, sigara paketleri, içki şişeleri, Leonard Cohen notları, şarkı metinleri... Benim yaşlarımda, saçları ağırmış bir kadın yere çömeldi. Önce yanmakta olan bir mum, bir şişe de açılmamış kırmızı şarap bıraktı, Leonard Cohen’in gençlik fotoğrafının yanına... Kim bilir belki o da, benim gibi yitip gitmiş gençliğini aramaya gelmişti Chelsea Hoteli'ne...
Bir not iliştirilmiş:
Leonard Cohen öldü, Chelsea Hotel hüzünlü, kendini iyi hissetmiyor.
Kırmızı gül buketinin üstüne iliştirilmiş bir başka not:
Leonard, Lütfen beni bul, 30 yaşıma basmak üzereyim.
En çok kırmızı gül bırakılmış. Chelsea Hotel kapalı, restorasyon sürüyor. Karanlık ve tenha bir kahve köşesinde, Chelsea Hotel anıları yazmaya koyuluyorum.
O soru yine: Önümde yalnız geçmiş mi kalmaya başladı?.. Bilemiyorum. Leonard Cohen iyi geliyor.
Leonard Cohen’in o kısık, o tuhaf sesiyle gelen hatıralar... Manhattan’da görünmez adam olduğum, saatlerce yalnız başıma dolaştığım o geceyi anımsıyorum. West Village’deki Arthur’s Tavern, o piyano bar... Ama Bundy de, ona yıllarca eşlik eden Mable da, geceyarısından sonra piyano çalıp kısık sesleriyle şarkı söyleyen siyah çift artık yoktu, bir başka diyara göçmüşlerdi. Bir de Arthur’s’ta bir gece hep birlikte azıttığımız Ufuk Güldemiryoktu. Yıllar ne çabuk geçiyor. Arthur’s’un yanındaki Marie’s Crisis’ta düzen değişmiş değildi. Off-Broadway’den gelenler, yine aynı piyanonun çevresinde toplanmış, neşeyle söylüyorlardı. Cabaret ve Oklahoma müzikallerinden parçalarla, tabii ki New York, New York... Maries’s Crisis’ın havası bir neşeli, bir kederliydi. Yine Chelsea Hotel... Bilemiyorum neden ama zamanın bu hotelde hızlandığını hissetmiştim. Sanatçıların özellikle 1920’lerden, 1930’lardan başlayarak sevdikleri bir mekân. Parası çıkışmayan resmini, heykelini vermiş. Sahibinin hatırı sayılır zengin bir koleksiyona sahip olduğu söylenir. Tıpkı Zürih’teki Kronen Halle (sevgili Ercan Arıklı’dan öğrenmiştim) ya da St. Paul de Vance’daki La Colombe d’Or restoranlarının sahipleri gibi... Bu lokantalar duvarlarındaki resimlerle gerçekten birer müzedir. Arthur Miller altı yılını Chelsea Hoteli’nde geçirmiş. Mark Twain, Eugene O’Neill, Tenesse Williams, Bob Dylan, Allen Ginsberg de Chelsea’de kalanlardan. Galli şair Dylan Thomas burada ölmüş, viskiyi fazla kaçırınca... Kiminin plaketleri hotelin girişine çakılmış, şu tarihler arasında Chelsea’de kaldı diye... Chelsea Hoteli hakikaten deli bir yerdi. Hotelde oda servisi yoktu. Su, kahve dahil her şeyi hotelin yanındaki bir bakkaldan kendim satın almıştım. Leonard Cohen iyi geliyor.
Leonard Cohen’in kısık sesi iyi geliyor. Kırmızı şarap kadehimi onun için kaldırıyorum
Dance with me to the end of love!
Hotelin yanında, göbeği meydanda kızların içki servisi yaptıkları bir bar vardı. Bir gece vakti sevgili Ömer Uluç bu barda bana alkolden ölen ressamları anlatmıştı. Ben de ona ölümlerden söz ettiği için kızmış, etrafına bakınsana deyince, kırmızı şarap kadehini bana kaldırıp haklısın demişti. Yine hatırlıyorum. Ayağında siyah deri çizmeler, kocaman sarı tokalı... Siyah jean pantolon ve yelekli... Boylu poslu... Bembeyaz saçlı, bembeyaz sakallı bir adam...
İki büklüm yürüyerek Ömer’le benim önümden geçip gitmişti.. Ne arıyor Chelsea Hoteli’nde? Gençliğini mi? Sürekli ‘Nerede eski güzel günler!’ diyerek yaşamanın tadı olmaz. Evet, geleceği geçmişte aramak korkutucu... Geçmişle geleceği, daha doğrusu hayatı da konuşmuş, tartışmıştık rahmetli Ömer Uluç’la o gece... Barda bir ara Beatles çalmıştı.
Para bana aşkı satın alamaz!
1962 yazında Beatles’ın ilk uzunçalarını Londra’da alıp gelmiştim Ankara’ya... Hatıralar bir yerlerden çıkıp gelirken Paul McCartney söylüyor:
Bir tepenin üstünde çıngıraklar vardı Hiç duymamıştım çaldıklarını Hayır, kesinlikle duymamıştım Ta ki seninle tanışıncaya kadar Gökyüzünde kuşlar vardı Hiç görmemiştim onları cıvıl cıvıl ötüşürken Hayır kesinlikle görmemiştim, ta ki seninle tanışıncaya kadar...
Leonard Cohen’in o kısık, o tuhaf sesiyle gelen hatıralar...
İçim ısınıyor. Karnım acıktı. Gecenin bu saatinde en iyisi Carnegie Deli... Pastramisi de, böğürtlenli cheese cake’i de kocaman porsiyonlarıyla aynı. Woody Allen’in fotoğrafı da yerli yerinde. “İyi ki Bach var!”dediği Manhattan filmlerinden birinde kendisiyle birlikte burası da şöyle bir geçer. Leonard Cohen’in kısık sesi iyi geliyor. Kırmızı şarap kadehimi onun için kaldırıyorum... Bu Manhattan’da kendimi hiç yabancı hissetmedim. İyi pazarlar!