Erdoğan’la Gülen Cemaati arasında kavga var mı? Hem de nasıl. Askeri vesayetin geriletilmesi, Balyoz ve Ergenekon davaları sürecinde aralarından su sızmayan AKP ve Cemaat, kadrolaşma, İsrail ile ilişkiler, Kürt sorunu ve PKK konularında karşı karşıya. Özellikle Gezi’den beri şiddetlenen kavga dershaneleri kapatma projesiyle ayyuka çıktı.
Peki Erdoğan'ın çevresinde Cemaat'le ilgili neler konuşuluyor? Cemaat neden kaygılı? Cemaat'te Erdoğan kaynaklı huzursuzluk hangi noktalardan doğuyor? Cemaate göre, hangi yönelimler askerdeki darbeci eğilimleri kışkırtabilir? Ve hükümetin dershaneleri yasaklama projesi doğru mu, itirazlar haklı mı? Benim cevaplarım aşağıda...
Bazen yazı gecikir.
Dershaneler de böyle oldu.
Günlerdir ortalık yıkılıyor, benim köşede tık yok. Kıbrıslı Türklerin bir sözü vardır, “Ayıp Allah için!” derler.
Benim vaziyet de galiba öyle oldu.
Yazı bu kadar geciktiği için, artık yazıyı hiç olmazsa lafı eğip bükmeden yazmaktır doğru olan.
Tayyip Erdoğan’la Gülen Cemaati -ya da kendi tercih ettikleri deyişle- Hizmet Hareketi arasında kavga var mı?
Hem de nasıl.
Ne zamandan beri?
Özellikle Gezi’den beri şiddetlenen kavga, hükümetin dershaneleri kapatma projesiyle kamuoyunda patladı, eski deyişle ayyuka çıktı.
Daha önce de görüş ayrılıkları suyun yüzüne vurmuştu.
Bunlardan biri Mavi Marmara olayıydı. Bu konuda örneğin İsrail’le ilişkilerin sıfırlanması, sanıyorum, Cemaat’in zirvelerinde pek öyle kabul görmemişti.
Hükümet, İsrail’e dönük tepkisinde haklıydı, ama ilişkileri sıfırlamak bence de yanlıştı. Türkiye’nin dış politikada manevra alanını daraltıcı sonuçlar doğuracağı için öyleydi. Nitekim öyle de oldu.
Kamuoyunu çok meşgul eden bir başka derin görüş ayrılığı ya da çekişme konusu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan hakkında savcılık tarafından açılmak istenen soruşturmaydı.
Mesele, Oslo süreci idi.
İddiaya gelince, MİT Müsteşarı’nın İmralı’yla, Kandil’le görüşmelerle ilgili olarak yetkilerini aşmış olmasıydı.
Hakan Fidan’ın tutuklanması ihtimali kapıda belirince Başbakan Erdoğan hızla devreye girmiş ve yasal bir düzenlemeyle bu yolu tıkamıştı.
İki taraf arasında Kürt sorunu ve PKK’ya ilişkin olarak görüş ayrılıkları vardı.
Hizmet Hareketi, Kürt sorununda bazı açılardan hükümete göre daha ileri bir demokratik duruş sergiliyordu.
Örneğin ana dilde eğitim hakkını da, güçlü yerel yönetimleri, yani eski deyişle ademi merkeziyetçiliği savunabiliyordu.
Buna karşılık, PKK konusunda Cemaat’in hükümete kıyasla daha geri bir konumda kaldığı, PKK’yı sadece terörle özdeş kıldığı, örgütün yıllar içinde Kürt sorunuyla, Kürt kitleleriyle iç içe geçmesini göz ardı ettiği dikkati çekiyordu.
Hakan Fidan olayı patladığı zaman ben bu iki konuyu birlikte gündeme getirmiştim.
MİT Müsteşarı’nın ‘Oslo süreci’ndeki rolünü siyaseten doğru bulduğumu belirtirken, Başbakan Erdoğan’ın tutumunu hukuken eleştirmiş, çifte standart koktuğunu yazmıştım.
Hakan Fidan olayıyla Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresinden dışarıya doğru sistemli biçimde yayılan hava şöyle özetlenebilirdi:
Cemaat’in yargıdaki, emniyetteki, istihbarattaki nüfuz ve etkinliği fazlasıyla derine gidiyordu; Fidan olayı bu bakımdan çok ciddi bir işaretti, hatta bir tür darbe girişimiydi; Cemaat’in devlet idaresi içindeki örgütlenme faaliyetine dur demenin zamanı gelmişti.
Nitekim, MİT Müsteşarı’nın bizzat Başbakan tarafından sağlama alınmasından sonra başta emniyet olmak üzere devlet içinde tasfiye, kızağa çekme operasyonları başlatıldı.
Böylece iki taraf arasındaki kavga iyice büyüdü, suyun yüzüne vurdu.
Burada belirtmek istediğim bir nokta var.
Eskiden asker ne yapardı?
İnsanları inançları yüzünden kapının önüne koyardı. O inançla işin, o inançla hukukun, kanunun karışıp karışmadığına hiç bakmaksızın, ‘demokratik devlet düzeni’nin bu temel çizgisini çiğner geçerdi.
28 Şubat dönemi dahil askerin yaptığı bu vahim hatayı şimdi Erdoğan iktidarı mı işliyor sorusu, haklı olarak, Cemaat dünyasında sorulmaya başlandı.
Oysa, durum başlangıçta çok farklıydı.
Özellikle AK Parti’nin 2002 yılı sonunda seçimleri kazanıp tek başına iktidar olmasıyla birlikte iki taraf arasında neredeyse bir kader birliği vardı.
Gerek ‘askeri vesayet’le bu vesayetin ‘yargı ayağı’nın etkisizleştirilmesinde, gerekse AB’ye uyumun gerektirdiği adımların atılması sürecinde tarafların arasında sanki su sızmamıştı.
Ve 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’nda Gülen Cemaati’nin Tayyip Erdoğan’a desteği tam olmuştu.
Ergenekon ve Balyoz dahil ‘askeri vesayet’e ilişkin süreç boyunca iki taraf arasında daha çok ‘işbirliği’nden söz edilebilirdi.
Ama bugün gelinmiş olan noktada, bu davalarda çoktan cezaya dönüşmüş uzun tutukluluk süreleri ve mahkûmiyet kararları sonrasında, Hizmet Hareketi içinde bir rahatsızlığın uç verdiği söylenebilirdi.
Cemaat çevrelerinden şuna benzer yakınmalar çalınıyordu kulağa:
“AK Parti hükümeti, sanki bütün bu insanları hapiste tutan Fethullah Gülen Hocaefendi’ymiş, bunun sorumlusu Cemaat’miş gibi bir hava yaratıyor. Her şey bizim üstümüze yıkılmak isteniyor ki, bu gerçeği yansıtmıyor.”
Özellikle 2011 yılı genel seçimlerinin yüzde 49’undan sonra Tayyip Erdoğan’ın Gülen Cemaati dünyasında yarattığı tedirginlik ve kaygıların Gezi’yle birlikte tavan yaptığı rahatça söylenebilirdi.
Cemaat’ten kaynaklanan Erdoğan’a dönük huzursuzluk şu noktalarda toplanmaya başlamıştı:
Tek adamlık eğilimleri...
Otoriterleşme...
Hukuk devletini boşlayan bir tavır...
İktidar kibiri...
Her şeyi bilirimcilik...
Her şeyi kendi kontrolüne alma merakı...
Benmerkezcilik...
Cemaat’in duyduğu rahatsızlığın ana noktaları şöyle de özetlenebilirdi:
(1) Hukuk devletinin boşlanıp otoriterleşmenin derinleşmesini Cemaat’in kendi varlığına dönük bir tehdit olarak da görmek...
(2) Tayyip Erdoğan’daki bu tek adamlık eğiliminin, Türk usulü ya da alaturka başkanlık sistemi hevesinin zamanla askerdeki darbeci eğilimleri yeniden kışkırtabilecek bir unsur diye değerlendirmek...
Ve sonunda ‘dershane olayı’yla çanak çömlek patlamış oldu Tayyip Erdoğan’la Gülen Cemaati arasında.
Üç noktaya değinmek istiyorum.
Birincisi:
Çok yazıldı çizildi ama bir kez daha vurgulamakta yarar var. Eğitimi, adeta paralel bir sisteme dönüşen dershane mecburiyetinden kurtarma fikri doğru olmakla birlikte, bunu bir süreç olarak planlamayıp baştan dershaneleri kapatmak, sebeple değil sonuçla uğraşmaktır, bu nedenle sakat bir anlayıştır.
İkincisi:
Girişim özgürlüğüne devlet müdahalesini, devlet yasakçılığını getirmektir.
Üçüncüsü:
Demokrasinin temel dayanaklarından birini oluşturan ‘sivil toplum’u gerileten, devlet kontrolü altına almak isteyen bir anlayışın güç kazanmasıdır.
Yazımı, Şahin Alpay’ın dün Zaman gazetesindeki köşesinden bir alıntıyla noktalıyorum:
“Tayyip Erdoğan, demokrasiyi neredeyse seçimlere indirgeyen bir anlayışla davranıyor. Niyetinin en iyi ifadesi, şimdilik geriye çekilen, fakat ileride yeniden gündeme geleceği anlaşılan, ‘yasama ve yargıyı, yürütmeye ayak bağı’ olmaktan çıkaracak ‘Türk usulü başkanlık’ sistemini getirme arayışı.
Başbakan’ın toplumu kendi tercihleri doğrultusunda şekillendirme çabasında el atmadığı alan yok.
Başta kamuoyuna yön veren medya geliyor. Kendisine ticari işleri nedeniyle bağımlı büyük medya patronları aracılığıyla eleştirel gazetecilerin işlerine son verdiriyor.
Hangi firmaların hangi devlet imkânlarından yararlanacağı, ihalelerin hangilerine verileceği konusunda kararları elinde tutuyor. Tutumunu beğenmediği şirketlerin üzerine maliye müfettişleri salıyor. Muhaliflerin düzenlediği gösterileri şiddetle bastırıyor.
Esas olarak özgürlük ve demokrasinin yerleşmesini isteyenlerin öncülük ettiği Gezi Parkı gösterilerini, demokrasi muarızları tarafından gasp edilme çabasına bakarak, Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen iç ve dış düşmanların komplolarıyla açıklıyor.
Sivil toplumu ‘ya benden yanasın ya da karşımda… Bîtaraf olan bertaraf olur…’ diye tehdit ediyor.
Partisinin saflarından eleştirel ses çıkınca hemen ‘Düşmana hizmet etme!’ diye uyarıyor, ihraç ediyor.
Erdoğan’ın sivil toplumu kontrol altına alma çabasının son halkası, dershanelerin ‘özel okullara dönüştürülmesi’ kisvesi altında kapatılması…”
İyi pazarlar!
Twitter: @HSNCML