‘Apo büyük bir şanstır, yoksa felaket olur.’
Şırnak Belediye Başkanlığı’nda: ‘Silahın son kullanma tarihi bitti. Barutun bir çare olmadığı biliniyor. Barışı isteyenler anketlere yansıyandan çoktur. Barışı istemeyen cazgırlar elbette olacak. Onları geçelim. Ama atılacak adımlar var mutlaka... Artık Tayyip Erdoğan tek otorite Ankara’da... Eskisi gibi asker yok... Devlet adına Başbakan olarak bir tek Tayyip Erdoğan konuşuyor.’
ŞIRNAK
Karlı sipsivri doruklarıyla gerçekten heybetli Cudi Dağı’nın eteklerinde baharlar açmış, ağaçlar bembeyaz. Kasrik Boğazı’ndan Gabar Dağı’na sırtını dayamış Şırnak’a tırmanıyoruz, askeri kontrol noktasını geçerek...
İnsana yaşama sevinci veren harikulade doğa manzaralarının ortasında ben Cizreli Tayyibe Acet’i düşünüyorum.
Üçü kız, üçü erkek altı çocuk annesi bir dul. Kocası faili meçhule kurban gitmiş, 16 yaşındaki oğlu 60 yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş Şırnak Ağır Ceza’da. Geçen ay da Yargıtay’dan onama çıkmış...
Cizre’den ayrılmadan önceydi. Biri sakallı, biri tüysüz iki genç adam otelde önüme çıktı. Birlikte kahvaltı ettik.
Tüysüz olanın adı Siphan’dı.
Dokuz kardeştiler. Babası tekerlekli sandalyeye mahkûm bir kanser hastasıydı. Siphan, üç yıl önce 16 yaşındayken Kürtçe ana dilde eğitim gösterisine katıldığı için 3 ay 25 gün hapis cezasına çarptırılmıştı. Şimdi lisede okuyor.
Sakallı olanın adı Mesut’tu.
Tayyibe’nin altı oğlundan biri... Kardeşi Mustafa, 16 yaşında 60 yıla mahkûm olan... Kısık sesle fısır fısır konuşuyor. İki yıl önce 17 yaşındayken bir gösteriye katıldığı için 6 ay 20 gün hapis yatmıştı.
Şırnak’a gitmek için otelden ayrılırken elime sarı bir zarf tutuşturuyor Mesut. İçinden Tayyibe Acet’in dilekçesi çıkıyor. “Ben dul, üçü kız, üçü erkek altı çocuk annesiyim” diye başlayan ve ilk satırları şöyle devam bir mektup:
“Eşim, İzzettin Acet Köy Hizmetleri’nde çalışan bir işçiydi. 1994 yılında arkadaşıyla beraber arabası ile Cizre’den kaçırıldı.
Cenazeleri, bir ay sonra Şanlıurfa’nın Siverek ilçesi yakınlarında, kafalarına birer kurşun sıkılarak öldürülmüş ve daha sonra benzin dökülüp yakılmış bir halde bulundu.
Her ne kadar eski JİTEM elemanı olan ve şu anda da Avrupa’da bulunan Abdulkadir Aygan, gazetelere verdiği haber ile olayı itiraf edip, yine şu anda Diyarbakır’da yargılanan, Cizreli olan Abdulhakim Güven (Fırat Altın) ve Kemal Emlük ile beraber ‘İzzettin Acet’i ve şoförünü kendileri alıp Diyarbakır’da işkence ettikten sonra, buraya getirip Abdulhakim tarafından kafalarına sıkıldı, Kemal Emlük de benzin yakıp döktü’ dediği halde, Siverek Savcılığı’nca bu olay kayıtlara faili meçhul ve kimsesizler olarak geçirildi.
En son, zannedersem bir buçuk iki yıla yakındır da, dosyayı Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndermişler, şu ana kadar da Diyarbakır mahkemeleri tarafından hiçbir ilerleme sağlanmamış ve ifademe başvurulmamıştır.”
Tayyibe Acet’in çektiği acılar yalnız kocasıyla sınırlı değil. Bir kardeşi Mehmet, geçen Kurban Bayramı’nda bir gece “devlet ajanıdır'' fermanıyla PKK tarafından öldürülmüş...
Tayyibe Acet, mektubunun sonunda şöyle diyor:
“Eşini faili meçhule kurban vermiş, yetim çocuğuna 60 yıl hüküm verilmiş, yine oğlu ve kızına hapis cezası verilmiş, her gün, her gece ağlayan bir Kürt kadını olarak...”
Şırnak’a ilk kez 1992 yılı baharında gelmiştim. 21 yıl geçmiş. O kanlı Newroz’dan bir hafta on gün sonraydı. Şırnak savaş alanına dönmüş, yanmış yıkılmıştı. Binalar delik deşikti. Tugay binasının duvarında koca bir roket deliği vardı.
Devlet, 1992’nin 21 Mart’ında Şırnak halkına “devletinin elinin” ağır olduğunu göstermek istemiş, halktan tercihini yapmasını istemişti:
“Devlet mi, PKK mı?..”
1990’ların kanlı dönemi böyle açılmıştı. Güneydoğu cehenneme dönmüş, oluk gibi kan ve gözyaşı dökülmüştü. Ama bugün gelinen noktaya bakınca şu tespit herhalde gerçekçidir:
Büyük acılar PKK’yı bitirmemiş, tersine daha güçlenmesine, şehirlere yayılmasına, Kürtlerin içinde kök salmasına yol açmıştır. BDP’nin neredeyse Kürt oylarının yarısını alıyor olması, yaklaşık 100 belediyeyi kazanması, sivil toplum örgütleri PKK’nın yalnız dağdaki değil, şehirdeki ve siyasetteki varlığının da altını çiziyor.
Barış ya da çözüm bugün eğer olgunlaşmışsa...
“Silahın defterini dürmek”ten başka çare kalmamışsa...
Ankara-İmralı-Kandil üçgeninde halen başdöndürücü bir trafik yaşanıyorsa...
Ankara hem İmralı’yı, hem Kandil’i fiilen muhatap almak zorunda kalıyorsa...
Bütün bunlarda, PKK’nın özellikle 1990’lardan bu yana çekmiş olduğu çizginin de payı vardır.
Evet, keşke bu kadar kan ve gözyaşı dökülmeseydi, bu kadar acı yaşanmasaydı.
Ama acılar da olgunlaştırıyor.
Barıştan başka çare kalmadığı, zamanla kafalara dank ediyor. Birbirini tüketmekle bir yere gidilemeyeceği anlaşılıyor.
Bugünlere de böyle geldik!
Şırnak Belediye Başkanlığı’nın makam odasındayız; siyasetçi, avukat, işadamı, insan hakları aktivisti ve değişik toplum kesimlerinden oluşan canlı bir topluluk var... Biri ayağına topu alır almaz çakıyor:
“Bu top eğer direkten dönerse, Türkiye çok fena kaybeder!”
Ben de katılıyorum.
Şöyle devam ediyor:
“Bütün aktörler gördü artık, son 30 yılın modeliyle bu ülkenin en yakıcı sorunu aşılamaz, çözülemez.”
Buna da katıldığımı belirtiyorum.
Barışın içinin demokratikleşme adımlarıyla doldurulması, ana dilde eğitim, KCK’lıların tahliyesi... Bunları söyledikten sonra ekliyor:
“Haklı, kalıcı, adil bir barış için altının demokrasiyle, hukukla, insan hakları ve özgürlüklerle doldurulması lazım. Güçlü yerel yönetim ya da özerklik modeli...”
Tamam, dedikten sonra soruyorum:
“Peki ama alternatif silah mı, silahlı siyaset mi, yoksa Apo’nun dediği gibi demokratik siyaset mi?”
Yanıt şöyle geliyor:
“Silahın son kullanma tarihi bitti. Barutun bir çare olmadığı biliniyor. Barışı isteyenler anketlere yansıyandan çoktur. Barışı istemeyen cazgırlar elbette olacak. Onları geçelim. Ama atılacak adımlar var mutlaka... Artık Tayyip Erdoğan tek otorite Ankara’da... Eskisi gibi asker yok... Devlet adına Başbakan olarak bir tek Tayyip Erdoğan konuşuyor.”
Erdoğan isterse bunu yapabilir, demeye getiriyor.
Alternatif yine silah mı, silah olabilir mi sorusu, dikkat ediyorum, muhatabımı genellikle geriletiyor. Evet öyle diyene, kaç gündür dolaşıyorum pek rastlamadım. “Bu halkın, dili ve kültürü, kimliği bastırılmış Kürt halkının kendisini savunmasıydı silah ve silahlı mücadele” sözünü birçok yerde not ettim. Demin de belirttiğim gibi, bundan sonrası için silahı savunanlar pek yoktu.
Ama şunu kendi kulağımla duydum:
“Silahlar yarın gömülür, gömülebilir. Ancak devlet ipe un sererse, Ankara Kürtlerin temel haklarına dönük olarak çok fazla kılını kıpırdatmazsa, yazın bir kenara, gün gelir o silahları gömüldüğü yerden çıkartıp dağa çıkanlar yine olur.”
Bir başkası söze giriyor:
“Demokratikleşmeyi, çözümü çok uzun zamana yaymanın sakıncaları var. Siyaset çok kaygan zeminde yapılıyor. Bu bölgede, Ortadoğu’da barışı sabote etmek isteyenlere dikkat etmek lazım. Provokasyon her an olabilir. Ayrıca Ergenekon’un bittiğine inanmıyorum. Savaşın bugüne kadar rantını yiyenleri de unutmayın. Bu rantın bitmesini engellemek için her türlü melaneti yapabilirler. Bunlara da dikkat!”
“Hayır, sürecin alternatifi silah değildir” dedikten sonra da ekliyor:
“Apo büyük bir şanstır, yoksa felaket olur.”
Güneydoğu notlarının yedincisi yarın Uludere'den...
Twitter: @HSNCML