Şehirlerin gerdanlıkları olan dikilitaşlar, ilk olarak antik Mısır mimarisinde MÖ 2649 – MÖ 2150 yılları arasında "tekhenu" ismiyle kendine yer bulmuş, tanrıların günlük yaşamla etkileşimi içinde çok kutsallı inançların ortaya çıkmasını yansıtmış. İkizkenar piramit şeklinde sivrilen dört kenarlı kare bir tabanla karakterize edilen bu yapılar, başlangıçta yeniden doğuşu simgeliyormuş, ortak değerleri belirgin kılmak adına meydanları, anıt girişlerini, mabetleri süslüyormuş. İlerleyen yıllarda irili ufaklı taş kütleler, cenaze anıtları olarak da kullanılmış; güneşin canlandırıcı ışınlarını çekeceğine ve böylece ölülerin dirilmesine olanak vereceğine inanılmış.
Batı dillerine "obelisk" olarak giren dikilitaş anıtlarının tek bir taş formunda olanlarına "monolith", sütun tipinde oval, daire ya da dört kenarlı olan tasarımlarına da "stell" adı veriliyormuş. Monolitik dikilitaş, MÖ 2465 – 2323 yılları arasındaki 5. Hanedanlık döneminin kralları tarafından güneş tanrısı Ra'ya saygı amacıyla tasarlanmış. Bu dikilitaşın şekli, güneş tanrısının onuruna bir sütun işlevi görmesinin yanında, güneş ışınlarının dünyaya çarpmasını simgeleyen bir piramidi andırır şekilde biçimlendirilmiş; o günden sonra da bu tip dikilitaşların doğrudan doğruya güneş ışıkları ile ilişkisi olduğu savına inanılmış. Bazı tezlere göre, bu anıtlar genellikle güneşin doğuşunu ve batışını onurlandıran geleneksel desenlere göre düzenlenmiş; güneş ışıklarının yansıma özellikleri kullanılarak zamanın anlaşılmasını belirlemiş.
Mısırlılar için dikilitaşlar, ölüleri anan, krallarını temsil eden ve tanrılarını onurlandırarak saygı duyulmasını hatırlatan anıt niteliğinde olmuş. Bu anıtlar hem yapı hem de düzenleme açısından tam ve eksiksiz bir varoluş anlayışına hizmet etmişler. Bir dizi farklı taş türünden yapılmış olsa da, en yaygın olanı kırmızı granitten oyulmuş, diğerleri de genellikle siyah bazalt ile kumtaşından üretilmiş.
Mısır'daki Aswan Kenti yakınlarındaki bir taş ocağında keşfedilen bitmemiş bir dikilitaş üzerinde yapılan arkeolojik araştırmalarda Eski Krallıkta dikilitaşların nasıl üretildiğine ve nakledildiğine dair kanıtlar ortaya çıkmış. Monolitlerin blok olarak koparılma aşaması sırasında bir yandan da tamamen oyulduğu, simgelerin işlendiği belirlenmiş.
Taş ocağından Nil nehrine inşa edilen bir rampa sayesinde dikilitaşın kaydırılarak bekleyen bir mavnaya yüklendiği ve nehir yoluyla taşındığı düşünülüyormuş. Tabii ki bu konuda tam olarak bir fikir birliğine varılmamış, çok daha farklı yöntemlerin kullanılmış olabileceği yapılan bilimsel araştırmalarda yer almaya devam ediyormuş.
Dikilitaş geleneği, Orta Asya'da Kurgan boyunun yayıldığı yerlerde "taş baba" geleneği içinde yer almış. Taş baba geleneği, ‘'taş kültü''çerçevesinde neredeyse 2400 yıllık bir zaman süreci içinde, Güney Sibirya'dan Ön Asya' ya kadar uzanan geniş toprak parçasında "göç anlayışını" simgelemiş, dikilitaşlar üzerine işlenenlerle göçebe toplumların yaşam sistemi ve anlayışını net bir şekilde anlatmış. Altay bölgesinde MÖ 7 ila 3. yüzyıllar arasında ortaya çıkan "Pazırık" kültüründe ve Güney Azerbaycan bölgesindeki İran boylarına ait olan anıtlar da dikilitaş şeklinde tasarlanmış. Bu türden kült dikilitaşlar üzerine oyulan şekiller ve öbür dünya inancını yansıtan bengütaş, koç, at, kaplumbağa heykelleri yaşamın devamlılığını simgelemiş, kavimlerin birlikteliğini sağlamış.
Azerbaycan'ın "Goşuntaş" bölgesinde ortaya çıkarılan devasa piramit yapılarda, Göbeklitepe'de, Van'da, Hakkâri'deki anıt taş bloklarda görülen taş kabartmalar, oymalar ve heykeller dönemin özelliklerini günümüze dek yansıtan dikili miraslar olmuş. Van - Hakkâri arasında kalan bölgede yükseklikleri 80 cm - 130 cm arasında değişen ölçülerde 2500'e yakın dikilitaş bulunmuş. Bunların dikildikleri dönemin mimari özelliklerini yansıtır şekilde kaide üzerine oturtulmuş olarak nekropol alanlarında sıralı ve yan yana olacak şekilde hizalı bir biçimde dikilmesi göçebe - bozkır kültürüne uygun bir yaşam sistemini anlatmaktaymış.
Dikilitaşlar, mezarlık alanlarında ve yerleşim merkezlerinde anıt tipi dikili halleriyle bölgesel farklılıkları yansıtsa da farklı kültürleri sarmalayan geniş bir dünya görüşü içinde Şaman inancından göçebe anlayış sistemlerine kadar birbirine yabancı yaşam biçimlerini bir potada birleştirmiş, ticaret yolları üzerinde paylaşılan zenginliklerin dikili anıtları olmuş.
Hem dini, hem de sosyal yaşama dair tören ya da yaşam alanlarında anıt niteliği taşıyan dikilitaşlarda simgeler zaman zaman çizgisel teknikle oyulmuş, yer yer de kabartma şeklinde süslendiği olmuş. Gerek radyokarbon incelemeler gerekse de üzerindeki motifler sayesinde tarihleme konusunda veri sağlanabilen dikilitaşlar üzerinde zaman süreci içinde -dönemleri anlamamıza yol gösteren- silahlar, hayvanlar, tılsımlar gibi çok farklı simgeler yer almış. Mesela dikilitaşlar üzerindeki kabartma tekniğinde yapılmış olan baltalar, en erken evreyi yani orta Anadolu Koloni Çağı'nı işaret ederken, kolcuksuz baltalar MÖ 1750 -1700 arasına tarihlendiriliyormuş.
Dikilitaş geleneği, Moğollar gibi mezar yerlerini yok etme geleneği olan toplumlarda oluşmamış, Moğollarda mezar içlerine konan heykelciklere ve günlük yaşamda kullanılan eşyaların ölüyle birlikte gömülme âdetine rastlanılmamış.
Yunanistan tarihinde MÖ 8. yüzyılda Yunan Karanlık Çağı'nı takiben MÖ 480'de ikinci Pers saldırısına kadar olan süreci anlatan Yunan Arkaik Dönemi'nde heykeller, obeliskler, dini inanışları simgeleyen kült olarak, kahramanlık, kişisel temsil ve otorite bağlamında oluşturulan –çoğunlukla- kutsal alanlarda, kent meydanlarında ve mezarlık bölgelerinde sergilenmiş.
Pers Kralı Kyros'un, Sardes'i yakıp yıkarak Lidya Krallığı'na son verip Anadoluda MÖ 300 yılına kadar sürecek olan Pers Egemenliğini başlatmasıyla Klasik Dönem olarak bilinen zaman süreci içinde Helen Sanatı Anadolu'da Pers etkisi altında kalmış; buluntular Grek – Pers etkileşimi olarak literatüre geçmiş ve kamuya açık alanlarda büyük yapıtlar inşa edilmiş. Bu dönemde Anadolu ilk defa, doğu ile batı arasında gerçek bir köprü vazifesi görmüş; Persler tarafından geliştirilen Kral Yolu, İran içlerinden Ege kıyılarına kadar ulaşmış. Bu dönemde aynı zamanda insan vücudunun gerçek anatomik yapısı ortaya çıkmış; Dünyanın yedi harikasından ikisi, Artemis Tapınağı ile Halikarnas Mozolesi Anadolu'da inşa edilmiş.
Sonrasında yaşanan Hellenistik Dönemde Büyük İskender'in istilalarıyla başlayan, antik dünyada Grek etkisinin doruğa ulaştığı zaman sürecinde hükümdar kültü ile birlikte kült heykellerinin ve anıtların sergilenişinde yenilikler görülmeye başlanmış. Bu dönemle birlikte heykeller ve obeliskler anlamları, sergilenme şekilleri dışında da salt birer sanat eseri, ortak alanların dekorasyon nesnesi olarak ele alınmaya başlamış. Yunan heykelleriyle tanışmadan önce köklü bir portrecilik geleneğine sahip olan Romalılar, Yunan heykeline büyük ilgi duymuş ve bu ilgiyi hem yağmacılığa, hem de yoğun bir kopya heykel üretimine yayarak bir nevi koleksiyonculuğa dönüştürmüşler.
Eski Roma'nın Mısır ile olan ilişkisi Yunan etkileşimiyle de birleşince tasarımlarda daha büyük farklılıklar görülmeye başlanmış, Roma evlerinde heykeller hem maddi zenginliğin, hem de eğitim ve zevk sahibi olmanın göstergesi kabul edilmiş. Dikilitaşlarla birlikte heykeller ve büyük yapıtlar meydanları doldurmuş, hamamlar, forumlar, çeşmeler kentleri süslemiş, obeliskler sütunlu caddelerin ayrılmaz parçaları olmuş. Romanın güçlü dönemlerinde Akdeniz çevresindeki antik kentlerden yağmalamayla yerleşim merkezlerine taşınan farklı sanat eserleri aydınlanma hareketi için de sembol haline gelmiş, kamuya açık alanlarda sergilenerek oluşturulan birikimler koleksiyonculuğu özendirmiş, yıllar sonra oluşacak ilk müzeler için de önemli dekorasyon ve itibar nesneleri olmuşlar.
Bu konuda İstanbul ayrıcalık yaşamış, 324 - 337 yılları arasında hükümdar olan Büyük Konstantin, 330 yılında Byzantion'u yani İstanbul'u İmparatorluğun yeni başkenti yapması sonrasında başlattığı imar planı çerçevesinde cazibenin yeni adresi olmuş. Dört bir taraftan toplanan anıtlar, heykeller, dikilitaşlar İstanbul'da kamusal alanlara yerleştirilmiş, şehrin doğal güzelliğine sanatın ışıltısı eklenmiş.
Hıristiyanlığın erken dönem teologlarından Eusebius Sophronius Hieronymus'un dediğine göre "Konstantinopolis'in, yani İstanbul'un zenginliği neredeyse bütün öteki kentleri soyarak" gerçekleşmiş. Hieronymus'un 334 yılında aktardığına göre, Büyük Konstantin, ismini verdiği ve zaferini simgeleyen Konstantinopolis'i dekore etmek için dört bir yandan bronz-mermer heykeller, sütunlar ve obeliskler getirtmiş, bunları kendi sarayında, şehrin kamusal alanlarında, Hipodromda ve Konstantinos Forumu'nda sergiletmiş.
Hristiyanlık büyük bir hızla yayılırken, pagan kültür imgelerinin ve kült heykellerin şehri süslemesi çelişki gibi görülse de, bunlar hem zenginliğin göstergesi olmuş, hem de birer propaganda objesi olarak peyzaj öğesi şeklinde Roma şehir kültüründe önemli yer tutmuş.
Gün gelmiş İstanbul'a yerleştirilen heykeller ve obeliskler Hristiyan din adamlarıyla filozoflar arasında çeşitli tartışmalara konu olmuş, yobazın sanat yoksunu dünyası ile şehrin estetik birikimleri çatışma yaşamış. MS 8 - 9 yüzyıllarda kaleme alınan ve İstanbul'un tipografisiyle anıtları hakkında bilgi veren Parastaseis Syntomoi Khronikai'de aktarılan ilginç pasajda, Atinalı yedi bilgeyi Hipodroma davet eden II. Theodosius, onlara Hipodromu ortadan ikiye bölen ve üzerinde heykellerin sergilendiği platformda sergilenen heykelleri gösterip, her bir heykelin ortaya koyduğu problemi çözmelerini istemiş. Bunun üzerine bilgeler de Konstantiopolis'e ve geleceğine dair kehanetlerde bulunmuşlar; uzunca bir süre dikilitaşların gizemleri konusunda fikirler ileri sürmüşler. Günümüze dek ulaşan bu kayıttan anlaşıldığına göre, o yıllarda Sultanahmet'teki Hipodrom birçok antik heykelin ve obelisklerin sergilendiği muazzam bir "açık hava müzesi" konumundaymış.
Orta Çağ boyunca mevcut dikilitaşlar korunmuş, tek Tanrılı dinlerin egemen düşünceleri obelisklerin estetik değerlerine zarar vermemiş. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u alması sonrasında, mevcut tüm obeliskler konumlarını korumuş, şehri süsleyen değerler arasında görülmüş.
Osmanlı toplumu Doğu Roma'dan aldığı şehre içme - kullanma suyu getirme sistemini korumuş, geliştirmiş, toprak altına döşediği su kanallarının güzergâhlarını taştan ördüğü su terazisi obelisklerle belli etmiş. Şehrin çeşitli yerlerine dikilen nişan taşları, mezar taşları ve kahramanlık belirten anıt taşları estetik görüntü içinde simgesel değerlerle beslenmiş.
Özellikle Napolyon'un Mısır seferi sonrasında tekrar gündeme gelen Mısır dikilitaşlarının Avrupa'nın farklı şehirlerine götürülmesi sevdası uzak kıta Amerika'ya da sıçramış, yangından mal kaçırırcasına toplanan Antik Mısır eserleri dünyanın farklı bölgelerindeki koleksiyonlarda boy göstermeye başlamışlar. Gezginlerden, tacirlerden, meraklılardan ve koleksiyonerlerden toplanan eserlerle açılan müzelerin sayısı artmaya başlamış.
Avrupa'nın büyük devletleri arkeolojik birikime değer vermeyen az gelişmiş toplumların zengin kültürlerinde kazı yapmaya başlamışlar, tarihsel değeri olan her türden sanat eserleri doğudan batıya doğru taşınmaya başlanmış.
Eski Yunan ve Latin edebiyatını inceleyen iki bilim insanının Roma'da bir obelisk temelinde tesadüfen keşfettiği bir parşömen İtalya'daki faşist Mussolini rejiminin hüküm sürdüğü dönemle ilgili çok önemli detayları ortaya çıkarmış.
1932 yılında Roma'ya dikilen 300 tonluk bir obeliskin kaidesine gizlenen mesaj, faşist rejimin gelecekte nasıl bir dünya hayal ettiğini ve sonraki kuşaklar nezdinde nasıl hatırlanmak istediğini belli etmiş.
Fark edildiği güne kadar hiçbir yerde bilgisine rastlanmayan, hatta dikildiği zaman da açıklanmamış bu mesaj Latince yazılmış ve Mussolini'nin zulmünü över nitelikteymiş.
Araştırmacılar dikilitaşın kaidesinde olduğu için tam olarak erişilemeyen mesajın içeriğini anlayabilmek için Roma'daki kütüphanelerden ve arşivlerden yardım istemişler, metnin yazıldığı dönem okunmak üzere yazılmamış olduğu, yani geleceğe bir mesaj taşıdığı konusunda fikir birliğine varmışlar.
Fark edilen en önemli bulgulardan biri, Orta Çağ'da kullanılan Latinceyi yeniden canlandırmak ve tüm Avrupa'daki faşist hareketin "resmi dili" haline getirme çabası olmuş. Yapılan çalışmalar sonucunda eski Yunan ve Latin edebiyatı uzmanı tarafından İncilin dilini kullanarak kaleme alındığı anlaşılan 1200 kelimelik mesajın üç bölümden oluştuğu, İlk bölümde faşizmin genel tarihi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında "felaketin eşiğine gelmiş" bir ülke olarak tasvir edilen İtalya'da Mussolini'nin iktidara gelişi; faşist liderin olağanüstü yetenekleri, geleceği gören vizyonu ve büyük İtalya'yı yaratma adına kararlılığı sayesinde yeni bir Roma imparatoru olarak İtalyan halkının kurtarıcısı şeklinde ülkeyi tepeden tırnağa yeniden yarattığı" anlatılıyormuş.
Mesajın ikinci bölümü Faşist Gençlik Örgütü ile ilgiliymiş ve gençlik programı varmış. Son bölümde ise dikilitaşın yapımı ve dikiliş süreci yer alıyormuş.
Faşist yönetimin o yıllarda Roma İmparatorluğu dönemine ait bir dizi tarihi eser bulduğu ve bu eserler için kazı yaparlarken geçmişin yaşanmışlarının gelecekte önemli olabileceği düşüncesinden etkilendikleri düşünülüyormuş. Bu itibarla kendilerini ve topluma yaşattıklarına dair kendi perspektiflerinden oluşan bir metnin geleceğe bırakılmasının önemli olabileceği konusunda fikir birliğine varıldığına inanılıyormuş.
Binlerce yıldır ayakta olan dikilitaşların kamuya açık alanlarda güvende olup olmadığı tartışması dün olduğu gibi bugün de toplumların gündeminde yer alıyor.
12 Ocak 2016 tarihinde Sultanahmet'teki Dikilitaş yakınında 12 kişinin ölümüne yol açan saldırı benzeri dünyanın çeşitli yerlerinde meydanları, sokakları süsleyen dikilitaşlara, heykellere ve açıkta sergilenen sanat eserlerine gittikçe artan bir düşmanlıktan söz etmek gerekiyor. Buna "Vandalizm" deniyormuş ve adlarını 1500 yıl önce kentleri ele geçirip yakıp yıkan, tarihi mirasları tahrip eden işgalci ordulardan alıyorlarmış; her ülkede hızla yeşeren bir virüs misali sayıca artıyorlarmış.
Vandallar geçtiğimiz yıllarda İtalya'da tekrar ortaya çıkmış ve ilk olarak Roma'nın Navona Meydanı'ndaki (Piazza Navona) fıskiyeli bir havuzu süsleyen mermer heykel hedef alınmış. Bu saldırıdan birkaç saat sonra, kentin simgelerinden Trevi çeşmesine bir taş fırlatılmış, şans eseri olsa gerek taş çeşmeyi süsleyen heykellere isabet etmemiş.
Roma'nın tarih ve sanat mirasına Vandalların saldırısı bununla da kalmamış, tam 2000 yıl önce Roma'ya götürülen bir obelisk de çirkin resimlerle boyanmış.
Sanatı düşman gören, özgürlüklere sınırlama getiren ve bilimsel gelişmelerden ürken yönetim erkine ve bağnaz düşünce akımlarına rağmen insan yaşadığı yeri her zaman yaratıcı tasarımlarıyla güzelleştirmiş, aklını her zaman sanatsal değerlerle destekleyerek, kutsal simgelerini sanatsal değerlerine ve imgelerine eklemiş.
Dikilitaşlar koleksiyonerler için son derece önemli bir tema. Özellikle eski fotoğraflar, efemeralar, farklı postaneler tarafından tedavüle sokulan pullar, ilk gün zarfları, üzerlerinde bu formu taşıyan paralar – madalyalar, eski gazete haberleri ve buraya eklenebilecek her türden ilişkili değerler yarınlara aktarılmak üzere koleksiyonerlerin heveslerini zenginleştiriyor.
Dünyanın farklı kentlerindeki obeliskler bir yana, İstanbul'daki bir yana! Çemberlitaş, Dikilitaş, Kıztaşı, Milyontaşı, Nişantaşları ve diğerleri. Hikâyeleriyle, efsaneleriyle gizemleriyle ve tarihe tanıklık eden yüzleriyle günlük yaşamımıza değer katmaya devam ediyorlar. Obeliskler her daim mutlu günlerimizin dikili şahitleri olsun.
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim.