Şu aralar Yaşar Kemal’in sağlık durumuyla ilgili umutlu güzel haberler bekliyoruz. Onunla aynı havayı soluyor olmak bile ondan bir güç geçiriyor insana, zulme ve adaletsizliğe karşı bir direnme gücü. O bizim devimiz. Yerine göre sözünü yerine göre özünü sakınmamış, -siyasi ya da insani- olması gereken yerlerde hep var olmuş, siper olmuş, bir süredir uykudaki adil devimiz...
Kendisiyle, yapıtlarıyla ya da birlikte yaşanan anlarla olsun Yaşar Kemal’li her buluşma ayrı bir zenginlik, büyülü bir çoğalmadır. Geçen yıl Şubat’ın 20’sinde kadim dostu Halet Çambel’in bu dünyadan gidişinin 40. günündeki dostlarının buluşmasına onca yolu katederek tereddütsüz gelmiş, coşku vermişti. Oysa çok değil, yaklaşık 7 ay önce iki koca dev Yaşar Kemal ve Halet Çambel, ortak dostları Jak İhmalyan’ın sergisi için Beyoğlu’nda buluşmuştu. Yakındaki herkesin dokunabileceği denli yoğun bir dostluğun ışıltılarıyla dolu olan güpgüzel bir gündü. O buluşmaya dair 2013 Ağustos’unda Paros dergisinde yayımlanan bir yazımı gözden geçirip paylaşmak istedim; Yaşar Ağabey’le yine kucaklaşıp söyleşecek olmanın dileğiyle...
Jak İhmalyan adını ilk kez Halet Çambel’den duymuştum. Yalısındaki yüklükten çıkardığı dosyanın içindeki resimleri öğretircesine tek tek göstermişti bir yaz günü. “Çok yakın dostumuzdu Jak,” demişti. Aradan geçen süreçte yaşayan ortak ahbaplarımızın paylaştıkları sayesinde akranımmış gibi adıyla anacak kadar benimsedim Jak’ı. 2004 yılında Moskova’daki Zurab Tsereteli Sanat Galerisi’ndeki büyük sergisini görme fırsatı ise tesadüfen karşıma çıkmış ve Rusya’da Rusça-Türkçe olarak çift dilli yayımlanan Perspektif dergisinde kısa bir yazı yazmıştım.
2012 Ağustos’unda 96. doğum günü için Halet Hoca’nın yanına sıralanmış haldeyiz. Ara Güler de elinde fotoğraf makinesiyle çıkageliyor. Nail Çakırhan’la ilgili hazırladığım kitabı incelerken Jak’ın resimlerini görünce arkadaşı olduğunu, karısı Mari’nin de sınıf arkadaşı olduğunu anlatıyor. Jak’ın kitapta yer almayan diğer resimlerini de yüklükten çıkarıp gösteriyorum. Jak İhmalyan için kapsamlı bir sergi ve kitap hazırlanmakta olduğunu o gün Ara Güler’den öğreniyoruz. Halet Çambel çok seviniyor, “Sergiye muhakkak gidelim,” diyor.
1956 yılında, Polonya’da Lehçe basılan, Nâzım Hikmet’in Güneşi İçenlerin Türküsü kitabındaki desenleri, o yıllarda adının açıkça yazılamadığı Jak İhmalyan’ın çizdiğini oğlu Vaçe’den biliyorum. Jak İhmalyan’ın Nâzım Hikmet’e verdiği yağlıboya bir resmin de ilk kez gün ışığına çıkacağının heyecanını yaşıyoruz. Yayınlara girmemiş ya da girdiği bilinmeyen, varlığını bildiğim ne kadar Jak İhmalyan yapıtı varsa hepsini toparlayıp Mayda Saris’e iletiyorum...“Nâzım’ın Sanatı” sergisinin kataloğuna yetişemeyen Nâzım Hikmet portreleri de sergiye koşut yayımlanan Sürgünde Bir Ressam Jak İhmalyan başlıklı kitapta yerini alıyor. Sergi açılıyor, hemen bir kaç gün sonra Gezi Direnişi başlıyor ve bir türlü Halet Çambel’le sergiye gidemiyoruz. Sergi kitabını eline alır almaz söylediği ilk söz “Jak’ın sergisi var ve ben hâlâ görmedim. Ne zaman götürüyorsun beni?” oluyor. Hemen bir sonraki güne kavilleşiyoruz. YKKSY genel müdürü Tülay Güngen aynı gün gönderdiği e-postada, Yaşar Kemal’in Jak İhmalyan kitabına el koyduğunu sevecenlikle anlatıyor. Ertesi gün üç dostu, Jak İhmalyan, Halet Çambel ve Yaşar Kemal’i sergide buluşturma düşüncesi böylece kendiliğinden oluşuveriyor.
Yunanistan Konsolosluğu’nun İstiklâl Caddesi’ndeki binası Sismanoglio Megaro’ya ilk Yaşar Kemal ve Ayşe Semiha Baban geliyor. Yapı Kredi Yayınları’ndan Tülay Güngen, Aslıhan Dinç, Nahide Dikel hepimiz oradayız. Tek ciltte toplanmış ve yeni yayımlanmış İnce Memed’ini benim için imzalayıveriyor oracıkta. Yaşar Kemal’i can kulağıyla dinliyoruz, her anlattığı bir destan parçası sanki. Kısa bir süre sonra gelen Halet Çambel’i aracından alıp ikimiz birlikte binaya doğru gidiyoruz. İçeri girer girmez heybetli ve sevinçli bir kucaklaşma başlıyor. Bir koca an yaşanıyor sanki, aralarındaki coşku hepimize sinmiş durumda. Söyleştikçe söyleşiyorlar, kucaklaşmaları birbirlerine bakışlarında da sürüp gidiyor.
Yaşar Kemal ve Semiha Baban gittikten sonra Halet Çambel’le sergiyi tekrar geziyoruz. Bende olan bir resmin önünde uzun duruyoruz ve resmi edinme hikâyemi anlatırken türkolog Vera Feonova’yı yâd ediyoruz. Göçüp gitmiş de olsalar, bazı kişileri anmak, sanki yan odada sesimizi duyup gelivereceklermiş gibi bir yakındalık hissiyle sevinç veriyor.
Halet Çambel sergiden sonra yalıya dönen resimleri, Abidin Dino ve Faris Erkman’ın çerçevelenmiş diğer Nail Çakırhan portreleriyle birlikte konu, zaman ve üslup niteliklerine göre duvarlara yerleştiriyor. Sonra yan yana oturup resimleri seyrediyoruz tekrar. Bana, en çok hangi resmi sevdiğimi soruyor. Hepsini aynı oranda sevdiğimi ve beğendiğimi anlıyorum. Ama Nail Çakırhan’ın resmedildiği Harbiye Cezaevi ve Sanasaryan Han’daki işkence sonrası olanlar daha etkileyici geliyor. Halet Hoca bu, sorusu biter mi? Bu kez de “Neden?” diye soruyor...