Çocukluğumdan bu yana eğitimimde ve medyada, herkes demokrasinin kutsallığını vurguladı.
Demokrasi, kazanılmış en zor yönetim şekillerinden biri olarak hep eleştiriye kapalı bir sistemdi.
En ünlü savunmasını Churchill; 'Demokrasi en kötü yönetilme şeklidir, bugüne kadar denediğimiz diğer tüm sistemler dışında' diyerek yapmıştı.
Bu nedenle seçim kazanmak ile doğru görüşe ulaşmak aynıymış gibi görüldü.
Oysa arada büyük fark var.
Demokratik karar vericiliğin işlemesi için, karar verenlerin de iyi karar verebilecek kadar donanımlı olmaları gerekir.
Demokrasinin doğduğu Atina'da, oylama sonucu Sokrates'in intihar ile idama mahkûm edilmesi, sistemin eleştiriye açık olduğunu gösteren ilk kanıtlardan biriydi.
İki bin yılı aşkın süredir hala Platon'un 'en bilge ve adaletli adam' olarak nitelendirdiği Sokrates'in ölümü yaygın bir şekilde eleştiriliyorsa, demek ki demokratik irade doğru kararı vermemiş, Sokrates'i öldürmeyi başarmış ama haklılığını kaybetmiştir.
Geldiğimiz noktada demokratik sistemler, geleceklerini sorguluyorlar. Hatta kimi akademisyen ve siyasetçiler demokrasinin bir krizden geçtiğini iddia ediyorlar.
Fakat sistem ne olursa olsun, önemli olan karar vericilerin sayısı değil, nitelikleri…
Bu konu açıldığında hemen seçmenlerin cehaleti suçlamaları da ardından geliyor.
Aslında sıkıntı cehalet değil; önemli olan farkındalık!
Durumsal kelimelerde dünyanın en zengin dili olan Japoncada 'Tsundoku' diye bir sözcük vardır. Kendimi, kesinlikle bu kelimeyle tanımlıyorum.
Okuyabildiğinden fazla kitap alıp, biriktirmek anlamına geliyor.
Kimi yorumculara göre okumadan kitap doldurmak ancak gösteriş amaçlı ve cehaletin sembolü olarak yorumlanır.
Fakat dünyadaki herkes bilmediği konuda cahildir.
İskoç bilim insanı James Maxwell, 'Farkında olunan cehalet, her gerçek bilimsel gelişimin ilk adımıdır' demiştir.
Bilgisiz olunan konu hakkında kitap toplamak, cehaleti kendine hatırlatmayı, araştırmacılığa teşvik eder ve karar vermeyi sağlar.
Seçimle yönetime gelmiş iktidarların yarattığı hayal kırıklıkları, demokrasinin cehaletin zorbalığına teslim olduğu tartışmalarına yol açtı.
Seçmenler en çok oy verme zamanında başkasının cehaleti ile ilgileniyorlar.
Eğitimliler; taraftar oldukları politik grubun iktidara gelememesine, cahil çoğunluğun neden olduğuna inanıyorlar. Eğitimli seçmenin doğru oy kullandığı inanışı, gerçek dünyadan kopuk, sadece 'modern çağ bilgisine sahip azınlığı yaratıyor ki; demokrasilerde dikkate değer bir hükümleri olmuyor.
Siyasi cehalet sorunu yeni değil.
Antik çağda Platon, seçmenlerin ne yaptıklarını bilmediklerini, bu nedenle şehir devletlerini, 'bilge seçkinlerin,' yönetmesini savunuyordu.
Politik zaferler, önemli ölçüde siyasi cehaletin istismar edilmesiyle kazanılıyor.
Siyasi çalışmalar; konu başlıkları değişse bile, toplumlardaki cehalet boyutunun birbirine çok yakın olduğunu gösteriyor.
Bilgililer, siyasi cehaletle ilgili verilere bakıp, sonucu seçmenlerin aptallığına bağlıyorlar.
Halkın çoğu kamu politikalarıyla, hükümetlerin parasını nasıl harcadığıyla ilgilenmiyor, anayasaları merak etmiyor, ilgili haberleri umursamıyor.
Politik tercihler, taraftarlık ideolojisiyle belirleniyor. Bir spor kulübüne taraftar olmanın yoğun duygudaşlığı, politik süreçte de aynı.
'Tarafsızlığa' dayalı yurttaş fikri, gerçek hayatta işlemiyor. İnsan doğup yetiştiği ortamın sosyal genlerini kolayca değiştiremiyor.
Taraftarlığı şekillendiren güç; popülerlik, kendi değerlerinin korunduğunu hissetmek ve hayranlık oluyor. Politikacının itibarı, hayranlığı teşvik ediyor.
Politik söyleme sızan gizli kültürel takdir ve teşvik liderlikle ödüllendiriliyor. Sosyal havuzun liderliğine seçilen kişinin, 'değerlerini' koruyacağına inanıldığında 'sosyal itaat' başlıyor. Ve siyasi cehaleti temsil eden çoğunluk, itaat edecek lideri bulduğunda, 'o'na ilahi bir hürmetle bağlanıyor.
Büyü varken şeffaflık ilgi görmüyor.
Popüler bir fikir; 'görevliler' aracılığıyla çoğaltılıp yayıldığında daha bulaşıcı oluyor. Hükümetlerin karmaşıklığı da, cahillerin işini kolaylaştırıyor.
Sonunda modern demokrasinin çıkmazıyla karşılaşıyoruz. Refah devleti, adil paylaşım, eşitlikçi toplum idealleri işlevsiz kalıyor.
Birçok gerçeklikten habersiz ve gerçek olmayan birçok safsatanın alıcısı olan seçmenin diğerlerinin de kaderini belirleme gücü karşısında, diğer taraf epeydir çaresiz…
Eğitim, siyasi bilinci artırmanın sezgisel olarak en açık yolu. Kamu tarafından desteklenen okullar geleceğin vatandaşlarına bilgiyi öğretmelidir.
Ne yazık ki, bu çözüm söylendiği kadar kolay değil.
Tarihsel olarak yönetimler, sadakati teşvik etmek için eğitimi kullanmışlardır. 'Eğitimle' sistematik beyin yıkama cehalet ve mantıksızlığı şiddetlendirmiştir. Kimi toplumlarda terk edilse bile pek çok yerde ideoloji hala eğitimle aşılanıyor.
Bu durum, kuşkusuz bu diğer kuşakların geleceği ile rulet oynamak.
Bu yüzyıl demokrasinin cehaletin zorbalığı ile yokuş aşağı yuvarlandığı yüzyıl.
Demokrasiden beklenenler, muhtemelen hiç sahip olamayacağımız zorlu bir ideal...
Mehmet Önal Kimdir? Mehmet Önal İstanbul'da doğdu. Hukuk lisans ve yüksek lisans tahsilinden sonra İngiliz Parlamentosu ve Atlantik Konseyi'nde çalıştı. İzleyen dönemde enerji sektöründe çalışmaya başladı. Ticari görevlerden sonra enerji dönüşümü ve iklim değişikliği kamu politikaları üzerine uzmanlaştı. Avrupa Birliğini'nin teknik iklim değişikliği danışman organı olan Sıfır Emisyon Platformu'nda ve İngiltere'de Karbon Yakalama ve Depolama Derneği'nde görev aldı. İklim değişikliği temalarında Avrupa'da, Orta Doğu'da ve Asya'da birçok devletin yürüttüğü çalışmalara katıldı. Profesyonel olarak kamu politikaları ve siyasi gelecekler üzerine senaryo çalışmalarında yer alıyor, büyük toplumsal gelişmeler, sosyolojik değişimler, insanlık için varoluşsal tehdit oluşturan etkenler ve küresel jeopolitik konular üzerine kafa yoruyor. Enerji sektörü profesyoneli olarak Londra ve İstanbul'da yaşıyor. |