Tekirdağ'da dört yıldır evli olduğu adamın aslında bir kadın katili olduğunu öğrenen kadın şöyle dedi:
"Belki Türkiye'deki kadınlar bana kızacaklar ama ben ona hâlâ âşığım.
Cezaevine onu görmeye gittim, yine gideceğim. Benim kocam dünyanın en iyi eşiydi."
Olayı gazetelerden okumuş olmalısınız.
H.K.K, 17 yaşındaki sevgilisi Dilek Avcı ile Pendik'te yaşıyormuş.
Kız, doktordan aldığı bir "hamile" raporunu erkeğe göstererek, başka birinden hamile kaldığını ve ayrılmak istediğini söylemiş.
Bunun üzerine adam kızı iple boğmuş, cesedini satır ile parçalara ayırmış, parçaları bir bavula koyarak denize atmış.
Polisin ısrarlı takibi beş sene içinde sonuç vermiş ve katil zanlısı yakalanmış.
Ama bu süre içinde adam bir başka kadın ile evlenmiş, ondan 2,5 yaşında bir kızı olmuş. Kadın şöyle anlatıyor:
"K'nin halası ile aynı mahallede oturuyorduk. Bizi halası tanıştırdı. İlk görüşte âşık olduk.
Bir yıl sonra 14 Şubat Sevgililer Günü'nde de nikâh masasına oturduk. Kızımız doğdu. Öyle mükemmel bir eşti ki bir dediğimizi iki etmezdi. Sesini yükselterek konuştuğuna bile şahit olmadım."
Film gibi değil mi?
Böyle birçok film izlemişsinizdir. Adam ya da kadın ölünce, onun aslında bambaşka bir hayatı olduğu ortaya çıkar.
Film diye seyrederken insana heyecan verir ama gerçek hayatta yıkıcı olmalı.
Katil zanlısının eşinin "Ben hâlâ kocama âşığım" sözlerini Sabah'ta bazı ünlü şahsiyetlere sormuşlar,
"Siz olsanız aşkınız biter miydi" gibisinden.
Ünlüler karması "asla affetmezdim" havasında.
Nedense böyle bir ruh durumu var bizim "şöhretlerimizde".
Hiçbirinin aklına "Başına gelmeden bilemezsin" demek gelmemiş mesela.
Akıllarına ilk gelen "düzgün cevap" bulmak ve bu durumda da düzgün yanıt "asla affetmezdim" oluyor.
İkinci kadının neler yaşamış olabileceği, katil zanlısının cinayetin vicdan azabıyla bir meleğe dönüşmüş olma olasılığı akıllarına gelmiyor tabii.
Oysa kadıncağız yaşadığı onca dehşete rağmen doğru yanıtı vermiş, elbette "aşk" diye bir şey varsa!
Yoksa bizim şöhretler karmasının "asla" yanıtını vermesinin nedeni gerçek aşk ile hiç karşılaşmamış olmaları olabilir mi?
Kim bilir, iddialı konuşmak istemem, belki de karşılaşmışlardır.
Aşk böyle bir şeydir zaten.
Sevme eylemi için önce elbette bilinçli bir tercih yaparız ama sonrası bilinç dışıdır.
Saçını beğeniriz, yüzündeki ifadeye bayılırız, boyuna posuna vuruluruz vs. Bunlar bilinçli davranışlardır.
Bu tercih sevmeye, aşka dönüşmeye başladığı andan itibaren de rasyonellikten uzaklaşırız.
Başkalarının gördüklerini ya da olan biteni değil, kendi zihnimizde yarattığımız "şeyi" severiz. Bir büyülenme halidir.
Duygular birbirinin karşılığını giderek daha çok bulur ve giderek iki âşık sanki bir benlik haline gelir.
Sevgilimizde belki de aslında onda hiç olmayan çekici yönler, güzellikler, iyilikler olduğunu düşünmemiz de mümkündür ve bu durum çıplak gerçeği görmemizi de engeller.
Uyurgezer bir yaşamdır.
Âşık olan kişi fark ettiği olumsuzlukları bir kenara itmeye, onları görse bile kendine itiraf etmemeye çalışır.
Bunu daha kuru ve bilimsel olarak da anlatabilirim: Âşık insanın beyninde meydana gelen kimyasal değişimleri artık biliyoruz.
Beynin korku – alarm sistemi amigdala, eleştirel düşünce ve endişe merkezi anterior singulat korteks, âşık olduğumuzda adeta "fişi çekilmiş" gibidir; uyuşturucu kullananlarda da rastlandığı gibi.
Onun için âşık olan kadının ya da erkeğin çok rasyonel davranmasını beklemek mantıklı değildir. Örnek olayımızdaki durum da bunu gösteriyor zaten.
Beyinlerinde böyle bir engelleme olmayan (çünkü o adama hiçbiri âşık değil) şöhretler karması kolayca "asla" yanıtını verebilirlerken, gerçekten âşık olan kadın, "onu hâlâ sevdiğini" söyleyebiliyor.
Tabii burada "Türkiye'deki diğer kadınlar kızacak ama" diye bir ifade kullandığına da ayrıca dikkatinizi çekmek isterim.
Biliyor ki durum dışarıdan herhangi birisinin anlayabileceği bir durum değil.
Biliyor ki normal tutum artık o adamı sevmemesi. Ama kendine de engel olamıyor, sevmeye devam ediyor, onun için de özür diler gibi konuşuyor.
Bu tür bir davranış daha çok kadınlara özgü!
Erkek zihni böyle durumlarda kadınlara göre daha oportünist çalışıyor.
Sevmeye devam etse bile bunu ifade etmeyi doğru bulmayabiliyor.
Erkeklerin daha zor affetmesinin, kadınların sevdiklerini affetmeye daha yatkın olmalarının nedeni iki cinsiyet arasındaki bu fark.
Portekizli rahibe Mariana Alcoforado'nun vefasız sevgilisine yazdığı mektuplardan birinde şöyle bir bölüm varmış, Ortega y Gasset'den aktarıyorum:
"Bana yaşattığın mutsuzluklar için yüreğimin derinliklerinden teşekkür ediyorum. Seni tanımadan önce yaşadığım sakin günlerden nefret ediyorum.
Tüm dertlerimin çözümünün nerede yattığını da açıkça biliyorum. Seni sevmekten vazgeçtiğim an bu dertlerin hepsinden kurtulurum. Ama çözüm mü bu? Hayır, seni unutmaktansa acı çekerim, daha iyi."
Buraya kadar okuduğunuz yazıyı, 23 Mart 2013 günü Hürriyet'te yazmıştım.
Yazının başlığı "Aşk her şeyi affeder mi" idi.
On yıl sonra bu yazıyı hatırlamama neden olan şey Psychology Today'de yayımlanan bir makaleydi.
Dr. Gary W. Lewandowski Jr.'ın makalesinin varlığından, İsmet Berkan'ın e–bülteni, 10 Haber ile haberdar oldum.
İnsanların birbirlerine âşık olmaları bir süreç işi.
İlginin çekilmesiyle başlayan ve "onsuz yapamam" noktasına kadar ilerleyen bir süreç bu.
Yukarıdaki öyküde de görüldüğü gibi insanlar, bir aşk ilişkisi içinde bile birbirlerini tam olarak tanıyamıyorlar.
Ancak ilişkinin süresi uzadıkça, daha önce fark etmedikleri yönler, defolar göze çarpmaya başlıyor.
Dr. Lewandowski'nin makalesi, böyle bir durumda ilişkinin bitmesine ya da devam etmesine hangi şartlar altında karar verildiğine ilişkin bir araştırmanın sonuçları ile ilgili.
Özlem Tekin'in şarkısında sorduğu sorunun yanıtını arayan bir araştırma bu: Aşk her şeyi affeder mi?
Bir ilişkiye daha başlamadan önce herkesin kendisine göre "kırmızı çizgileri" var.
İlişkinin başlamasından itibaren bu kırmızı çizgilerin bazılarının görmezden gelindiğini, bazılarının hafiften pembeleştiğini biliyoruz.
Örneğin, "Yalana asla tahammül edemem" diyen birisi, aşk ilişkisinin içinde yakaladığı yalanları kolayca sineye çekebiliyor.
Araştırma "kendi maceranı seç" yöntemiyle yapılmış.
1585 katılımcıya iki grup halinde bir aşk ilişkisi ile ilgili hikâyeler anlatılıyor.
Öykülerde 17 dönüm noktası var, bu noktalarda ilişkiye tamam ya da devam kararının verilmesi gerekiyor.
Bu 17 noktanın her birinde araştırmanın denekleri, eşleri hakkında yeni bilgiler öğrendiler.
Genel olarak kimsenin eşinde istemediği niteliklerin "pasaklılık, tembellik, düşkünlük, yapışkanlık, espri anlayışından yoksun olmak" gibi şeyler olarak ortaya çıktı.
Çekici bir insan ama dağınık olması bir sorun yaratmıyor.
Hem çekici değil hem de dağınık bir tipse bu ilişkiyi sona erdirebilecek bir "ilişki bükücü" duruma karşılık gelebiliyor.
Deneklerin büyük bölümü, karşılaştıkları hayal kırıklıklarına rağmen ilişkiyi devam ettirme yönünde tutum sergilediler.
"Böyle olursa ilişkim sürmez" diye ilan edilen kırmızı çizgilerin çoğunun silindiği görüldü.
İlişkiye bir şans daha tanımak, iyi özelliklerine yoğunlaşmak gibi güçlü bir eğilim vardı.
Ancak olumsuz bilgilerin kümülatif bir etki yarattığı da çok açık görülüyordu.
Eş hakkında öğrenilen ama kendi başına ilişkiyi bitirmek için gerekçe olmayan her olumsuz bilgi, yanına başka olumsuzluklar eklendikçe giderek büyük bir soruna dönüşüyordu.
Araştırmanın başında çok uzun "kırmızı çizgiler" listesine sahip olanların ilişkileri bozmaya daha eğilimli olduğu da ortaya çıktı.
Kalender meşrep olanlar, bir ilişkiyi sürdürebilmek için daha hevesliydiler.
Ancak olumsuzlukların kümülatif etkisini ciddiye almak gerektiği de görülüyordu.
"Ortada ciddi hiçbir şey yokken ilişkimiz bitiverdi" diye düşünenlerdenseniz, kendinizi iyice bir sorgulamanızda yarar var.
Bir bardağın musluktan damlayan suyla dolması ve sonunda taşıvermesi gibi bir durum bu.
"Bir ilişkide kırmızı çizgim" diye tanımladığınız durumlardan kaçında çizgi ihlali yapılınca ilişkinin bitirilme kararı verildiği ile ilgili sonuç oldukça ilginç.
Araştırma ortalamasını söylüyorum: Dört!
Eşlerden biri, diğerinin "kırmızı çizgilerinde" dört ihlal yaptığında, o ilişkiyi kurtarabilmek artık kolayca mümkün olamıyor.
Siz siz olun, karşınızdakinin de nihayetinde bir insan olduğunu, sabrının bir sınırının bulunduğunu unutmayın.
Lisedeki edebiyat dersleriyle aranız nasıldı, bilmem ama "tevriye" adı verilen bir söz sanatı örneği, tam da bu duruma uyuyor.
Tevriye, birden çok gerçek anlamı olan bir sözü herkesçe bilinen en yakın anlamında değil de uzak anlamını kastederek kullanma sanatına verilen isim.
Yeniçeri Ocağı, 15 Haziran 1826'da kaldırıldığında zamanın şairlerinden Keçecizâde İzzet Molla'nın tarih düşürmek amacıyla yazdığı beyit bu sanata güzel bir örnek:
'Koyup kaldırmada ikide birde
Kazan devrildi, söndürdü ocağı'
İlişkiler de işte aynen böyle bitiyor.
Bir susuyor, iki susuyor ve sonunda bir de bakmışsın kazan devrilmiş, ocak sönmüş!
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.