Fransa Kralı XV. Louis, Senart Ormanları'nda her zamanki dev kadrosuyla ava çıkarken, daha sonradan Madame Pompadour olarak tarihe geçecek olan, dillere destan güzellikteki Jeanne Antoinette ile tanışmayı umuyor muydu, bilmiyorum. Çünkü o tarihte zaten çok değer verdiği bir "baş metresi" vardı ve kadıncağız ölene kadar da Louis başka bir kadını onun yerine koymaya kalkışmamıştı.
Yani diyeceğim o ki tanışmayı ümit ediyorduysa bile hayatında bu kadar önemli bir rol alacağını düşünmemiş olmalıydı.
Oysa Antoinette'in bu av partisini "Kral'ı avlamak" amacıyla kullandığını düşünmemiz mümkün.
Av, Antoinette'in kocası Charles Guillaume Le Normant d'Etiolles'in sahibi olduğu mülkün yakınlarındaki ormanda yapılıyordu ve Antoinette önce pembe bir tuvalet ve mavi bir faytonla, ertesi gün de mavi bir tuvalet ve pembe bir faytonla "avcıların" önünden geçip gitmiş, Kral'ın aklını çelmeyi başarmıştı.
Nitekim en gözde metresinin ölümünün ardından kısa bir matemden sonra Kral, Jeanne Antoinette'i Saray'daki bir maskeli baloya davet etti.
Kral yedi saray mensubuyla porsuk ağacı kılığına girmeyi tercih etmişti. Antoinette ise "Avcı Diana" kılığındaydı. Kral dans sırasında maskesini Avcı'nın önünde bilerek düşürdü, aşkını ilan etti.
Maskeli balo 25 Şubat'ta yapılmıştı. Mart ayında Antoinette'e Versailles yakınlarında bir apartman kiralandı, artık Kral'ın metresiydi.
Mayıs ayında da kocasından boşandı, artık Saray'a girmesinin önünde bir engel kalmamıştı. Saray'a böylece giren Anotiette'nin Madame Pompadour olma süreci böyle başladı.
Güzel porselenlere meraklı bir kadın olmanın ötesinde fikir adamlarına çok saygı duyardı.Voltaire, Montesquieu ve daha birçok Aydınlanmacı filozofun hamisi oldu.
Toprağı bol olsun, bu haftaki yazıya böyle "mavi kanlı magazin" bilgileriyle başlamamın nedeni aslına bakarsanız o yıllarda (erken 1740'lar) dünyayı çok meşgul eden bu dedikodular değil.
Yılbaşı nedeniyle yazdığım ve sizlerin şu anda okuduğunuz bu yazıya girizgâh peşindeydim, aklıma Madame Pompadour'un bir sözü geldi. "Kim bu kadın, ne diyor bu adam" demenizi göze alamadığım için de biraz dedikodudan zarar gelmez diye düşündüm.
Hanımefendi şöyle diyor: "Bir kadının güzelliğini artıracak en iyi şarap, şampanyadır."
Bazı gece kulüplerinde ya da pavyonlarda şampanyanın neden sular seller gibi aktığını açıklamaya yarayabilir bu söz.
Mikonos gibi sonradan görme zenginliğin tadını çıkaran adalarda sadece gece kulüplerinde değil zırıl güneş altındaki plajlarda da sular seller gibi akıtılıyor ama o konu başka bir mesele.
Günün birinde bu konuya döneceğime emin olabilirsiniz, çünkü deyim yerindeyse bu işe "kıl oluyorum."Yılbaşı gelirken şampanyayı yazının başköşesine oturtmamın kişisel tarihimde önemli bir yeri var.
Gazeteciliğe başladığımda SBF ikinci sınıftaydım, üçüncü sınıfa geçtiğimde de bir yandan öğrenci kredisi, diğer yandan maaş, arada bir Ankara'ya gelen babamın bana bıraktığı sürpriz zarflar derken kendimi gerçek bir zengin zannediyordum.
O vakitler Ankara Sakarya Caddesi'ndeki şarküteriler pek gözdeydi. Rahmetli Rıfat Aras ile oturduğumuz evde düzenleyeceğimiz yılbaşı partisi için bunlardan birinde ıvır zıvır alışverişi yapıyordum.
O yıllarda serbest ithalat rejimi yoktu, yani şarküterilerde bugünkülerde olduğu gibi ithal peynirler, et ürünleri, içkiler bulunmazdı. Pastırmaydı, Macar salamıydı, Kars gravyeriydi filan derken nereden aklıma geldiyse tezgahtara "şampanya" sordum. "Sana olmaz" diye yanıtladı beni, "çok pahalı."
O vakitler bugünkü gibi hazırcevap değildim, okkalı bir yanıt veremediğim için hâlâ pişmanlık duyuyorum.
"Çok pahalı" dediği şey zaten yerli köpüklü şaraptı, şampanya değildi. Napolyon Bonaparte vaktiyle şöyle demiş: "Kazandığım zaman şampanya içerim, kutlamak için! Kaybettiğimde de şampanya içerim, kendimi teselli etmek için."
Sir Winston Churchill'in yaklaşımı da ona benziyor: "Başarıda onu içmeyi hak edersiniz, mağlubiyette ise ihtiyacınız vardır."
Cennet vatanımızda ise şampanya genellikle "kutlama" içkisidir. Ulusal bir özellik sanırım, biz üzülünce, kaybedince, sinirlenince daha sert bir şeyler ararız ki o zaman rakı olmaz ise olmaz.
Şampanya şişesini, deyim yerindeyse "patlatarak" açarız, daha önce şişeyi biraz sallayıp açıldığında taşmasını görmek isteyenler de hiç az değildir.
Sadece tat ile ilgili değil aynı zamanda "görsel-işitsel" bir zevk aracıdır yani. Aslına bakarsanız şampanyayı öyle açmak pek makbul bir davranış biçimi değildir, bir centilmene yakışmaz ama bizde "patlat bir şampanya" düsturu kutlamaların vazgeçilmez bir parçasıdır.
Benim gençliğimde Ankara pavyonlarında bununla da yetinilmez, sahnedeki şarkıcı için "patlatılan" şampanya şişeleri sahnenin önüne dizilir, içine de bir sap kırmızı gül yerleştirilirdi. Bu eski Orta Anadolu geleneği hâlâ yaşatılıyor mu bilmiyorum, bir Ankara pavyonuna gitmeyeli neresinden baksanız 40 yıldan fazla oldu.
Yılbaşının yaklaşmasıyla birlikte içki satılan dükkanlarda, süper marketlerin içki reyonlarında şampanyaların birdenbire çoğaldığını görüyoruz.
Şampanya da tıpkı nar gibi kızarmış bir hindi gibi yılbaşı geleneğimizin parçası oldu. Saatler gece yarısı 12'yi vurup yeni yılın ilk saniyeleri yaşanırken birçok evde ya da lokantada tekrarlanan bir adet bu.
Gerçi rüya tabirleri yapan internet sitelerine bakacak olursanız rüyada şampanya görmek "gurur ve kibre, her çeşit entrika ve mutsuzluk sebeplerine işaret ediyor" ama belli ki her konuda olduğu gibi şampanya konusunda da toplumumuzda derin bir görüş ayrılığı var.
Çünkü rüya tabircileri arasında şunu yazanını da buldum: "Rüyada şampanya içtiğinizi görmek; çok güzel günler geçireceğinize, bir kadının elinden şampanya içtiğinizi görmek; çok mutlu ve sevinçli aşk hayatına başlayacağınıza, bu aşk uğruna maddi durumunuzun sarsılacağına işarettir."
Rüyalarımızı neden gördüğümüzü, bunun nelere işaret ettiğini burada tartışacak değilim tabii. Kişisel olarak böyle şeylere inanmam ama şampanya görmenin "aşk uğruna maddi durumunuzun sarsılmasına" neden olabileceğini okuyunca da dayanamadım.
Aşk için ya da değil, şunu iyi biliyorum ki rüyada değil ama gerçek hayatta bazı şampanya şişelerini elinizde görmek maddi durumunuzu gerçekten sarsabilir. Yukarıda da belirttiğim gibi bu deneyimimi önce Ankara pavyonlarında edindim!
Gazozdan hallice bir şişe şampanyanın "patlatılma" sesini duyma tutkusunun nice ocakları söndürdüğü, o yıllarda bir efsane gibi anlatılırdı. Ama artık biliyorum ki eğer "yaşlı" bir Dom Perignon almıyorsanız, standart şampanya neredeyse iyi kalite rakı ile aynı fiyata satılıyor.
Bu da Türkiye'de ak ile karanın nasıl birbirine karıştığının bir örneği. Dünyada yerli içkinin, ithal içkiyle aynı fiyata satıldığı başka bir ülke yok. Çünkü herkes bilir ki yerli içkiyi korumak, yerli tarım üreticisini korumak demektir. Bizim idarecilerimizin bir türlü anlayamadıkları mesele bu ve konu dini inançlar ise bu sanırım sadece içenin sorunu olmalı, seyredenin değil.
Öte yandan yerli üreticilerin köpüklü şarapları içinde çok iyi olanları da var, prosecco ile kifaf-ı nefs etme olanağına da sahibiz üstelik.
Şimdi sorunumuz yılbaşı nedeniyle market raflarını dolduran şampanya markaları arasında hangisinin daha iyi bir "fiyat-kalite oranı" sunduğunu bilebilmekte.
Ben bir eski Türk geleneğine uyarak deneme yanılma yolunu tercih ederim ama şampanya alışverişine çıkacak olanlar için ipucunu Vedat Milor'un internet sitesinde buldum.
Şöyle yazıyor: "Şampanya satın alırken dikkat edin. Üretici yeni 'disgorge' etmiş mi (yani şişenin boynundaki tortuları alınıp tıpa konulmuş), yoksa eskiden disgorge edilmiş ve dükkânda mı beklemiş. İlk durumda şampanya canlı ve diri olacaktır. Benim tercihim. İkinci olasılıkta fazla köpük beklemeyin. Daha çok yıllanmış bir Chardonnay veya Pinot Noir'i andıracaktır. Benim gibi büyük üretici ve 'negociant' denen toptancıların şampanyasını istemiyor musunuz? Etikete bakın. Küçük harflerle bir kod bulacaksınız. NM ise kötü. Negociant-Manipulant demek. Toptancı malı. RM ise iyi. Recoltant-Manipulant. Şato Şarabı gibi. Kendi bağları üreticinin ve kendi şişelemiş."
Ernest Hemingway ki şu anda yaşıyor olsaydı 121 yaşını bitiriyor olacaktı, "İçki içmek, günü bitirmenin en iyi yoludur" demişti. Toprağı bol olsun, bu sürenin ancak yarısı kadar yaşayabilmiş, 62 yaşında sevdiği her şeye veda etmek zorunda kalmıştı. Ona öykünerek "içki içmek, yılı bitirmenin en iyi yoludur" demeyeceğim elbette, çünkü alkol tüketimi hele aşırıya kaçıldığında hayatı kısa yoldan bitirmenin en iyi yolu olabilir.
İşte Hemingway örneği karşımızda duruyor. Zaman hızla geçiyor, bir yıl daha bitiyor, yaşımız ilerliyor.Bunun kutlanmaya değer olduğunu düşünürüm hep. Öyle ya da böyle, bir yıl daha geçip gitti işte.
Yeni bir yıla giriyoruz, geçmişin kötü günlerini düşünmektense, geleceğin bize vaat ettiği güzel günleri hayal etmek daha iyidir. Sizlere, sevdiklerinizle birlikte her günün değerini bilerek yaşayacağınız mutlu bir yıl diliyorum.
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.
Mehmet Y. Yılmaz kimdir?Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. "Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |