Aslı Perker'i, Radikal'de birlikte çalıştığımız günlerde tanımıştım, şimdi verimli bir yazar oldu, yedinci Kitabı yeni yayımlandı.
"Ayrılığın İlk Günü" (Epsilon Yayınları) isimli bu son romanında çok aşık bir kadının sevgilisinden ayrıldığı ilk günü, saat saat anlatıyor.
Melis Çalapkulu, Hürriyet Cumartesi için Aslı Perker ile bir söyleşi yaptı, bu hafta sonu üzerinde sohbet edeceğimiz sözleri de o söyleşide söyledi:
"Çok adaletsiz bir denklem var. Türk kadını, Türk erkeğine çok fazla. Güzel, becerikli, akıllı... Türk erkekleri yakışıklılıklarıyla ünlü değil malum. Becerikli oldukları da söylenemez. Sonra da kalkmış kadınlara ‘Medeni olalım, polyamory, yani çokaşklılık yaşayalım' vs. diyorlar. Pardon? Siz bu kadar güzel kadınla çokaşklılık yaşarsınız. Biz bu kadar çirkin arasında ne yapalım? Sen beni koy Danimarka'ya, bak nasıl polyamory yaşıyorum!"
Romandan çıkıp sözü nasıl buraya getirebildiler, onu bilmiyorum.
Ancak romandan anladığım, erkek kahraman, kadın kahramana zaten o kadar yüz vermemiş.
Yakın bir kadın arkadaşım böyle bir ilişki yaşayacak olsa, özel hayatlara karışmama ilkemi bir kenara bırakıp, "uza yavrum" derdim, "hemen uza"!
Kadın kahraman ise erkek kahramana o kadar hayran ki "ne olursa olsun, yeter ki yanımda olsun" ruh durumunda.
Bir tür "gönül kaçanı kovalar" tablosu bu, tersi de olsa olurdu. Yani kadının kaçtığı, erkeğin kovaladığı bir ilişki için de mümkün olabilirdi.
Ama oradan çıkıp "Türk kadını, Türk erkeğine çok fazla" noktasına nasıl geliniyor, bilemedim.
Genellemeler tehlikelidir.
Buyurun bir genelleme: Türk erkekleri yakışıklılıklarıyla ünlü olmadıkları gibi Türk kadınları da güzellikleriyle ünlü sayılmazlar.
Şimdi bu cümleyi söyleyince, bilinen meşhur yakışıklı ve güzel Türklerin isimlerini alt alta yazar, sorarlar: Bunlar nereli?
Ve öte yandan kadınlar ile erkeklerin ilişkisinde, bu fiziksel özellikler ne kadar önemli bir rol oynar sorusunu da sormak gerek?
Plastik olarak "en güzel – en yakışıklı" olana mı aşık oluruz, yoksa bize "en ilginç" gelene mi?
Kuşkusuz ki bize en ilginç gelene doğru bir çekilme hissederiz.
Bu çekilme ve merak duygusu, zihnimizde dönüşüp aşkın kapısını aralar mı; kim bilir?
Belki aşka dönüşür, belki dönüşmez.
Ama yolun başladığı yer tam olarak burası sayılmalıdır: Merak!
Kimliğini, kişiliğini, yaşadığı ortamı, sizin dışınızdaki hayatını merak etmediğiniz birisine asla aşık olmazsınız.
"Plastik güzellik" merak duygusunu yaratan itkilerden biri olabilir elbette, buna bir itirazım yok.
Ama "tek" itki bu değildir, ona dikkatinizi çekmek istiyorum.
Eğer güzellik – yakışıklılık, cinsiyetler arası ilişkide tek ya da belirleyici etken olsaydı, bugün sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da önemli bölümü, kadın, erkek ayırt etmeden tek başlarına yaşıyor olurdu.
Aşk ilişkisinin "dengesiz bir ilişki" olduğuna inanılır.
Çiftlerden biri daha çok daha çok sever, diğeri daha az gibi! Acaba "dengesiz ilişki" yerine "güvensiz ilişki" desem, daha mı doğru ifade etmiş olurdum?
Aşk ilişkisinin doğasında olan bir şey bu.
Çiftler, yeterince sevilmediklerini düşünürler, kendileri daha çok severken, daha az sevildikleri kuşkusu beyinlerini kemirir.
Her iki kişi de yeterince sevilmediğini düşünür.
Bir bırakılma korkusu yaşar, maddi temelleri olmasa da kendisini buna kaptırabilir. İlişkiler zaten böyle zehirlenmeye başlar. Gerçek bir aşk varsa, bu zehirlenmeyi "ikili delilik hâli" izler. Ayrılmalar, tekrar barışmalar, tekrar ayrılmalar giderek sıklaşır.
Her buluşmada sanki hiç ara verilmemiş gibi ilişki kaldığı yerden, aynı şiddetiyle devam eder, her ayrılma bıçakla kesilmiş gibi aniden gerçekleşir. Dedim ya buna "ikili delilik" diyoruz. İki delinin davranışında mantık aranır mı?
"Aranmaz" diyenler kaybettiler, onu söylemiş olayım. Bunun da kendi içinde tutarlı, mantıklı bir yönü var.
Aşık olduğumuz zaman, karşımızdaki özneyi kendimiz için çok özel bir yere konumlarız.
En güzel / en yakışıklı odur. Akıl ve zeka adeta onda cisimleşmiştir. Hele o gülüşü yok mu? Başka kim öyle gülebilir? Kim ondan daha mükemmel olabilir?
Kim böyle birisini kaybetmek ister ki?
Genç Werther ile Charlotte'un ilişkisinde bunun izlerini sürebilirsiniz. Goethe'nin toprağı bol olsun.
Werther'i yiyip, bitiren, acılar içinde kıvranmasına yol açan bu korkudur.
Aşk, burada artık bir çıkmaz sokağa girmiştir.
Tabii herkes Genç Werther ile aynı davranışları göstermiyor.
Werther'in kaygıları kendisini yok edecek bir sürüklenmeye dönüşürken, bazılarında da tam tersi bir tablo ortaya çıkıyor.
İşte "ilişki terörü" diye tanımlayabileceğimiz durum da tam bu noktada ortaya çıkıyor.
Pulitzer ödüllü Amerikalı karikatürist Jules Feiffer'in yarattığı anti kahramanlardan biri karikatürde şöyle diyordu:
"Harika bir kızla tanıştım. Bütün dostlarıma ve çalışma arkadaşlarıma kendisinden söz ettim. Sokaktaki yabancılara bile kızdan bahsettim. Hemen herkese anlattım. Tabii kendisinden başka! Ona bu avantajı neden vereyim ki?"
Karikatürdeki bu sersemin yaptığı şeyi, gerçek hayatta yapanların sayısını hiç küçümsememenizi öneririm.
Özellikle de kadın–erkek ilişkilerinde ve daha da çok evlilik gibi uzun süreli ilişkilerde sıkça rastlanan bir durumdur.
Adam kadını güzel bulduğunu söyleyemez, kadın adamın iyi huylarını övemez, birbirlerini ne kadar sevdiklerini söylemeye de sanki dilleri hiç varmaz.
Gerçekten hissettiklerini söylerlerse kendilerini, karşılarındaki insana göre daha yetersiz hissederler.
Kendini yetersiz hissetmeye başlayan aşık, aşık olduğu o mükemmel yaratığı kaybetme korkusuna kapılmasın da ne yapsın?
Kendilerini yetersiz hissedenlerin bu konudaki silahları bellidir: Karşısındakini aşağılayarak, onun kendisini yetersiz hissetmesini sağlamak.
"Sen anlamazsın" diye başlayıp "Bir işi de doğru yapamaz mısın"a kadar giden tutumlar böylece ortaya çıkar.
Giydikleri giysiyi, saçlarını tarama biçimlerini beğenseler bile beğenmiyormuş gibi yaparlar, en azından sessiz kalırlar; "ne kadar güzel oldun" diyemezler.
Her insanın başına gelebilecek dalgınlıkları büyütmeye, bundan genellemeler çıkarmaya meraklıdırlar: Hep böylesin!
İlişki terörü, aşk ve sevgi adına bir tür şiddet uygulamasıdır.
Bu şiddetin mum ışığında yenen bir akşam yemeğinde, yatakta, tatilde, kısacası her yerde ortaya çıkabileceğini herkes deneyimlemiştir.
Bunun mutlaka bir kavgayla sonuçlanması da gerekmez.
En genel tabiriyle "surat asıp, saatlerce bir kenarda oturmak" bile ilişki terörü sayılabilir.
Bunları yapmayın!
Roland Barthes'ın "Bir aşk söyleminden parçalar" isimli kitabından size daha önce de söz etmiştim. (Metis Yayınları, Çeviren: Tahsin Yücel)
Barthes, "İlk açılma geçtikten sonra 'seni seviyorum'un hiçbir anlamı yoktur" diyor.
Birisine ilk kez "Seni seviyorum" dediğinizde, bu yeni bir sözdür.
İçinde bulunduğunuz duygu durumunu, doğrudan bir ifade ile karşınızdakine söylemiş, gençlerin tabiriyle "açılmış" olursunuz.
Bunu poker oynarken oyunu açmaya benzetirim. Elinizde yeterli kâğıt vardır, oyunu başlatırsınız.
Ama bu tek başına yeterli değildir. Sonra da konuşmaya devam etmeniz gerekir, yoksa sizi masadan atarlar.
Yeni kâğıt istemek için, oyunu arttırmak için, sonunda da kâğıtları açmak için konuşmaya devam etmelisiniz, ki aşk ilişkisi de aynen böyle gelişir.
Bir kere ilk mesajı verip, "Seni seviyorum" dedikten sonra devam etmelisiniz.
Sözlerinizle, davranışlarınızla içinizdeki duyguyu karşı tarafa sonsuz bir akış şeklinde tekrarlamalı, ilişkiyi derinleştirmelisiniz.
Erkeklerin çoğu için bir kere söylemenin yeterli olduğunu biliyoruz.
"Seni sevdiğimi söylemiştim zaten" bir özür değildir, kadınlar bunu sıkça duymak isterler.
Bu boşa harcanmış bir zaman değildir, iki kelimeyi az söyleyerek enerji tasarrufu yaptığınızı düşünmüyorsanız tabii!
"Onu ne kadar sevdiğimi keşke daha çok söyleseydim" diye pişmanlık getirmemek için, bunu şimdi, vakit varken yapmalısınız.
Sevdiğiniz insana bunu hissettirmenin size vereceği bir zarar yoktur.