Ukrayna 24 Şubat gününden bu yana Rusya'nın saldırısı altında. İnsanlar ölüyor, yaralanıyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre 12 milyondan fazla Ukraynalı şu anda yerinden yurdundan edilmiş durumda.Nüfusun toplam 45 milyon kişi olduğunu düşünürseniz, neredeyse her dört Ukraynalıdan biri yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldı.
Evini terk etmek zorunda kalanların 5 milyonu da komşu ülkelere sığındı, memleketlerine ne zaman dönebileceklerini bilemeyen mülteci pozisyonundalar.
Savaşların haklılığı, haksızlığı üzerine büyük sözler söylemeden önce akılda tutulması gereken rakamlar bunlar.Ve her bir rakam, gerçek bir insanı temsil ediyor, kuru bir istatistik değil.
DW Türkçe'de yayımlanan bir habere göre, Ukrayna'da son beş ayda 9 bin 120 çiftin nikahı kıyıldı.Bu rakam bir önceki yılın nikah sayısının tam sekiz katı.
Ukrayna Adalet Bakanlığı nikahlardaki bu artışın nedeninin "savaş stresi" olduğunu açıklamış.Haberi Türkiye'deki internet siteleri de aktardı. Editörlerin bu habere bulduğu başlık da şu: Savaş stresiyle başa çıkmak için ilginç yöntem!
Belli ki bizim gazeteci arkadaşlarımızın aklına ilk geleni başlık yapma alışkanlıkları iyice yerleşmiş.Oysa bu durumda hiçbir ilginç yön yok.
Bu, insanların içgüdüleriyle ilgili bir tepki esasen. Soyunu sürdürebilme içgüdüsünden kaynaklanan bir sonuç. Böyle sıkıntılı günler aslına bakarsanız insanların aşkı yeniden keşfetmelerine yol açar.
11 Eylül 2001'de ABD'de gerçekleşen terör saldırılarının ardından CNN'in yaptığı bir araştırmayı hatırlıyorum. Araştırmayı yürütenler saldırının duyulduğu anda Amerikalıların ilk tepkisinin ne olduğunu bulmaya çalışıyordu. Sonuç şuydu: Yüzde 79 saldırıyı duydukları anda eşlerini ya da sevgililerini aramış ve "Seni seviyorum" demişti.
Saldırıdan sonraki altı ay içinde New York'ta evlenenlerin ve birlikte oturmak için sevgilisinin evine taşınanların sayısında büyük artış olduğu görülmüştü.
Konu üzerine çalışan sosyologlardan Pepper Schwartz "Saldırının meyvesi, dokuz ay sonra yeni doğumlarda patlama olarak alınacak" diyor ve açıklıyordu: "Seks yaşam gücünün bir parçasıdır. 'Nasıl ölmek istersiniz?' sorusuna pek çok kişi 'Sevişirken' diye yanıt verir. Yüksek gerilimli zamanlar, güçlü duygulara kaynaklık eder. İnsanlar aşkı daha yoğun ve güçlü biçimde hissederler."
Yakın geçmişimizde biz de benzeri bir duruma tanıklık ettik.
UNICEF'in Suriyeli çocuklarla ilgili bir raporuna göre, iç savaş sırasında doğan çocukların sayısı, savaşın ilk beş yılında 3 milyon 700 bine ulaşmıştı. Bu sayı o tarihte Suriye'de 18 yaş altı nüfusun üçte birine karşılık geliyordu.
Bu yazıyı yazarken kontrol ettim, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da açık bir veriye ulaşabilmem mümkün olmadı.
İçişleri Bakanlığı'nın Kasım 2019 itibarıyla yaptığı açıklamaya göre o tarihe kadar Türkiye'de doğan Suriyeli çocuk sayısı 405 bin 521.
Oysa 24 Mart 2022 itibarıyla Türkiye'deki 0-4 yaş arası Suriyeli çocuk sayısı 502 bin 606. 5-9 yaş arası Suriyeli çocuk sayısı 574 bin 662. 10 yılını geride bırakan iç savaşta bu çocukların ezici çoğunluğunun Türkiye'de doğduklarını varsayabiliriz.
Bu rakamlar zor şartlar altında, mülteci olarak yaşayan Suriyelilerin Türkiye'deki cinsel yaşamlarının renkliliğine değil, varlıklarını koruma içgüdüsüne işaret eder.
Tıpkı Ukraynalıların kitleler halinde evlenmeye yönelmelerinde olduğu gibi.
Göç İdaresi'nin 24 Mart 2022 tarihinden itibaren artık "yaş aralıklarına göre çocuk sayıları ve cinsiyetleri" ile ilgili bilgi vermeyi kestiğini de ekleyeyim.
Kimden neyi saklamak istiyorlar bilemiyorum ama "sivilleşme" dediğimiz şey, tam olarak bunu da kapsıyor olmalıydı.
Bir devlet vatandaşından devletin yaşamsal sırları haricindeki bilgileri saklıyorsa bilin ki orada demokratik bir yapıdan söz edemeyiz. Bu, tipik "ceberut devlete" işaret eden bir durumdur ama sohbet konumuz bu değil, geçerken hatırlatayım dedim.
Bir arkadaşımdan da babasının öldüğünü duyduğu ilk anda içinden bir çocuk sahibi olma isteğinin yükseldiğini, tek çocuğunun da o tarihten 10 ay sonra doğduğunu dinlemiştim.
Demek ki sadece bütün topluma acı veren ağır olaylar değil, kişisel travmalar da benzer bir sonuca yol açıyor.
Yeryüzündeki herhangi bir tür için bir "yaşam döngüsü" tarifi yapabilmek mümkün: Bir doğumdaki yavru sayısı, yavrunun, ebeveyn ya da sürü bakımına ihtiyaç duyduğu dönem, cinslerin çiftleşmek için birbirlerini nasıl seçtikleri, cinsel ilişki sıklığı ve ortalama yaşam süresi!
Biz insanların yaşam döngüsü ise hayvanlar aleminin diğer üyelerine göre daha sıkıntılı.
Çünkü bir doğumdaki yavru sayısı çok ender durumlar dışında 1 ile sınırlı. Yavru uzun süre bakıma muhtaç. Hamilelik çok uzun sürüyor. Erkekler ve kadınlar arasındaki cinsel ilişki sıklığı üreme ile doğrudan bağlantılı değil.
Ortalama ömür beklentimiz bazı türler dışında oldukça uzun olmakla birlikte savaşlar, salgın hastalıklar gibi etkenler, ortalama ömür beklentisini dramatik olarak düşürme sonucunu yaratabiliyor, yaşam döngümüzü tehdit ediyor.
Yaşam döngümüzün böyle bir tehdit ile karşılaşması, üreme ile ilgili içgüdülerimizi tahrik ediyor olmalı.Sevişmenin bir bebekle sonuçlanması için ise çok fazla değişkenin bir arada bulunması ve her şeyin yolunda gitmesi gerekiyor.
Erich Fromm'a göre sevme ihtiyacı insanın içinde bulunduğu şiddetli yalnızlık ile ilgilidir.
Bunu ilk defa benden duymadığınıza eminim ama konu gereği yazmam da gerekiyor: Yalnız doğduk, yalnız öleceğiz.
Arkadaşlarımızı, sevdiğimiz insanları, yakınlarımızı kaybedeceğiz ya da onlardan önce öleceğiz, onlar bizi kaybetmiş olacak.
Ve arkadaşlar, yine bildiğiniz bir şeyi tekrarlamak zorundayım, bunun farkında olan tek canlı türü de biziz.Bir gün öleceğimizi biliyoruz. Yakınlarımızı kaybedebileceğimizin farkındayız.
Savaşlar ve salgın hastalıklar gibi bir insanın yaşamında her zaman karşılaşamayacağı durumlarda bu bilinç deyim yerindeyse tavan yapıyor.
Bu tür travmalar, insanları yaşamın zorluklarına birlikte göğüs gerebilecekleri birisini aramaya yöneltiyor.Birisinin bizi seçmesini, ne zaman biteceğini kestiremediğimiz hayatımız boyunca başımızı dayayabileceğimiz bir omuza sahip olmayı istiyoruz.
Ancak bu aşkları bekleyen tehlike de esasen aşka kaynaklık eden durumun ortadan kalkması olabilir.Katie Bishop'un BBC'deki ayrıntılı haberine göre, Covid karantinası günlerinde başlayan aşk ilişkileri normal hayata uyum sağlamakta zorlanıyor.
Benzer bir durumun gelecekte "savaş aşkları" için de geçerli olabileceğini belirteyim. Elbette yanılıyor olmayı dilerim.
Bishop'un aktardığına göre, klinik psikolog ve ilişki danışmanı Jessica Griffin, pandemi döneminde tanışan çiftlerin dış dünyanın etkisinden uzakta uzun süre kendi kendilerine kalabildiklerini söylüyor.
Pandemi sırasında ilişkilerini hızla ilerleten çiftlerin hayat normale dönünce birbirlerini sandıkları kadar iyi tanımadıklarını anladıklarını söyleyen Griffin "Yasaklar kalktıkça ilişki danışmanları giderek daha çok çiftin normal hayata uyum sağlamakta beklediklerinden daha çok zorlandıklarına dair hikayeler duyuyorlar" diyor.
Bishop internetteki çöpçatan uygulaması Hily'de araştırmacı olarak çalışan ilişki danışmanı psikolog Marisa T. Cohen ile de konuşmuş.
Cohen karantina dönemi bitince önceliklerin ve ihtiyaçların değiştiğini, buna bağlı olarak da çiftlerin birbirlerinden beklentilerinin farklılaştığını söylüyor:
"Bazı çiftler birbirlerine dönerek, birlikte bu zorlukların üstesinden gelmeye çalışıyor, diğerleri için ise ilişkiler çetrefilli bir hal alıyor. İnsanlar yeniden bürolarına dönmeye ya da sosyalleşmeye başlayınca yeni bir kaygı ve stres kaynağıyla karşı karşıya kaldılar. Bu bireyleri tek tek etkilediği gibi, çiftlerin birbirlerini nasıl desteklediklerini de belirliyor ve birlikte olmaya devam edip edemeyeceklerini tayin ediyor" diye anlatıyor.
Gördüğünüz gibi insanoğlu gerçekten tuhaf bir yaratık.
Stres altındayken ya da bir travmanın hemen içindeyken sarılacak birilerini arıyor ama bu katalizör ortadan kalktığında da gözü hemen dışarıya açılıyor.
Beyin kütlemizin yüzde 76'sını neokorteks oluşturuyor; duyu algılaması, motor emirlerin oluşumu, uzaysal muhakeme, bilinçli düşünme ve dil gibi yüksek fonksiyonların yürütülmesinde görev alıyor.
Bu, irrasyonelliklerimizin yanında "ben ne yapıyorum" diye sorgulayan rasyonel yönlerimizin de birlikte olmasını sağlıyor.
Büyük travmalar irrasyonel tepkiler vermemizi kolaylaştırırken, o şartların ortadan kalkması yeniden aklımızla hareket etmemizi mi sağlıyor?
Sordum ama yanıtını bilmiyorum.
Savaşın içinde evlenme telaşına kapılmanın, tepenizde bombalar uçuşurken sevişip çocuk sahibi olmaya çabalamanın rasyonel bir tutum mu yoksa irrasyonel bir davranış mı olduğuna ben karar veremem zaten.
Bildiğim ve unutmayacağım gerçek şudur: Aşk, bizi gerçek yalnızlıktan koruyabilecek tek şeydir! Savaş olsa da olmasa da!
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.
Mehmet Y. Yılmaz kimdir?Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya’da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi Denizli Lisesi’nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü’nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara’da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi’nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş’e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu’nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları’nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları’nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet’e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu’nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık’ın 1 Numara Yayıncılık’a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30’u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu’nun CEO’luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018’den itibaren T24’te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı”, “Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma”, “Aşktan Sonra Hayat Var Mı”, “Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür” isimli kitapları yayımlandı. “Aşk Herşeyi Affeder mi” isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. “Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci” olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |