Antalya’daki SSK hastanesinin inşaatı sırasında şantiye alanı kardeşimle birlikte oyun parkımızdı.
Şimdi “inşaat sahasına girmek tehlikeli ve yasaktır” tabelalarını görüyorum da bize oralarda oynamamız için nasıl izin veriyorlardı, anlamıyorum.
Tek katlı şantiye binasında, babamın odasının hemen karşısında, koridorda üzerinde kırmızı bir şerit içinde beyaz harflerle “Yangında İlk Kurtarılacak” yazan iki büyük çelik dolap vardı.
Hayattaki en büyük meraklarımdan biri o iki dolabın içinde ne olduğuydu, sorardım ama rahmetli babam bir espri fırsatını kaçırmak yerine bir kolunu feda etmeye hazır insanlardandı, verdiği yanıtlar kardeşimle beni güldürürdü.
Ama içinde ne olduğunu asla öğrenememiştim, kim bilir belki babam da bilmiyordu.
Yıllar sonra çok kısa süren üniversite asistanlığım döneminde aynı dolaplardan Adana İTİA’nın koridorlarında da gördüm.
Artık büyümüştüm, kimseye sormam gerekmiyordu, zaten biz üç beş yeni – hevesli asistan dışında öğretim üyelerinin odalarının bulunduğu binaya uğrayan da pek yoktu.
Bir akşam üzeri, bir zarf açacağını kullanarak o dolaplardan birini açtım.
İçinde üç-beş dosyadan başka bir şey yoktu, dosyaların içinde de akademinin dev sırları filan gizli değildi.
Birkaç harcırah yazışması, iki üç fatura, neden işi bitince çöpe atılmadıklarını anlayamadığım iki – üç klasör sınav kağıdı.
Hayal kırıklığına uğramıştım, yangın çıkacak, canımı tehlikeye atarak önce bu koca dolabı kurtaracağım ve içinden çıkanlara bakın!
Bugün yangının tam ortasında kalan Oymapınar’daki baraj inşaatının ilk yıllarını hatırlıyorum, babamla gider gelirdik, geçerken Manavgat’ın köylerinden alışveriş etmeyi de ihmal etmeden… Sayısız hatıra gözlerimin önünden geçiyor.
Daha bir ay önce Hisarönü’ndeydim. Selimiye, Orhaniye, Datça.
Yangından bir hafta önce Mazı’daydım, iki ay önce Ören’de.
Hollandalı Ahmet’in oralarda gençliğimin son, orta yaşlılığımın ilk yıllarını bıraktım.
Her köşesinde acı – tatlı hatıralarım olan yerlerde çıkan yangınlar ile ilgili yetkililerin açıklamalarını izlerken o çirkin çelik dolapları hatırladım.
Görebildiğim kadarıyla yetkili kişilerimizin beyninin içindeki “yangında ilk kurtarılacak” dolaplarında ağaçlar yok, irili – ufaklı orman canları yok!
İnce suratlı, ıslak burunlu keçiler, inekler… Bugün “mahalle” dedikleri köyler belli ki zaten hiç olmamış.
Yanmadan kurtulmuş insanları önemsediklerini ise “keyif çayı” dağıtmalarından anladım.
Çayı kap, güzelce demle, bahçedeki sundurmanın altına çek bir sandalye, çayını yudumlarken yangını izle!
Gel keyfim gel!
“Yangını söndüremiyorsak, bırakın çay içsinler” vecizesinin doğuşuna da böylece tanıklık etmiş bulunuyoruz.
Fahrettin Bey kardeşimiz keşke çayın yanına birer paket de “kara şimşek” ekleseydi, çekirdek çitlemeden seyrin keyfi çıkmaz çünkü.
Bu da benden “yapıcı eleştiri” olsun!
“İkramdan tasarruf olmaz” derim her zaman!
Yangının ardından, bize bu acı günleri hatırlatacak birkaç video filmi ve birkaç fotoğraf kalacak.
Hangisi daha ikonik bir fotoğraf olarak bu yangını simgeleyecek, merak ediyorum.
Radikal’de tam sayfa kullanmıştım; kucağında ekmekler ile gözyaşları döken dedenin fotoğrafını. Deprem denilince hala o fotoğraf geliyor, gözümün önüne.
Öyle ikonik bir fotoğraf arıyorum.
Alevler içinde yanarken ortasından kırılan çam ağacını gösteren fotoğraf mı, yanmış ayakları sarılmış köpeği yalamaya çalışan patisi sargılı kedi mi? Kabuğunun içinde kavrulmuş kaplumbağacık mı? Yoksa sırtındaki ağır yükle iki büklüm yangına yardıma giden köylü kadını mı?
Kim bilir: Belki de oyunuzu özel uçağından yangın bölgesini seyreden Erdoğan’ı gösteren fotoğraf için de kullanabilirsiniz.
Etkileyici görünüyordu, hafif profilden çekilmiş bir fotoğraf bu; hava kararmış, lacivert bir gökyüzü var.
Aşağıdaki kırmızılıklardan yangın bölgesinin üzerinde uçtuğunu anlıyoruz.
Havanın kararmış olması da gösteriyor ki Cumhurbaşkanımız gece – gündüz demeden görevinin başında. Bunu fark edip rahatlıyoruz haliyle.
Sureti uçağın camına aksetmiş, gözaltı torbaları seçilmiyor; itibar desen 10 numara!
Böyle bir fotoğraf da Orman Bakanı’nın var.
O da atlamış Cessna Citation VI tipi özel uçağına havadan yangın seyrediyor.
8 milyon dolarmış bu uçağın fiyatı, itibar için ödemeye değer bir rakam gibi geldi bana.
Zaten Orman Bakanı dediğin de yangını hem aşağıdan, hem yukarıdan seyredebilmeli.
“Orman Yangınını Havadan – Karadan Seyreden Orman Bakanı” başlığını atabileceğimiz bu fotoğraf, bugünleri anlatan ikonik bir fotoğraf olarak hafızalarımızda kalır mı dersiniz?
Bu fotoğraflar AKP dışında kimseyi tutmayan, tarafsız hükümet medyasında “yangın alanını incelediler” gibi başlıklarla yayımlandı.
Merak ettim, incelemelerinin sonucu ne oldu?
O kadar yüksekten bakınca ne gördüler?
Münasebetsizlik yapıp, “yeni otel alanları için kupon arazi keşfine çıktılar” filan demeyeceğim tabii; Cumhurbaşkanı söz verdi çünkü, yanan yerlere inşaat yapılmayacakmış.
Bizim kamu yönetiminde böyle afetlerden sonra incelemelerde bulunmak adettendir.
Hem dostlar, hem düşmanlar görsün diye yetkili zevat oralarda boy gösterir.
Kalabalık içindeki en önemli kişi, her zaman en ortada olanıdır.
Yancılar, bir yarım daire oluşturacak şekilde arkasında yer alırlar. Onun önüne geçmek ayıptır, hemen sağ tarafında yerel bir yönetici vardır, o açıklar: “Efendim bu bina yıkıldı, bu dükkanı sel aldı, bu ağaç yandı” gibisinden açıklamalar.
Yetkili zevat kendi gözleriyle gördüğünün böyle açıklamalarla teyit edilmesinden memnun olur; “hmmmmmm” gibisinden sesler çıkarır.
Eskiden böyle incelemeler sırasında münasebetsiz vatandaşlar da işin içine girer, yetkiliye verip veriştirirlerdi.
“Ananı da al git” tarihsel vakasından sonra buna geçit verilmiyor; iyi de yapılıyor.
Parti yöneticilerinin “bizdendir” dediği insanlar önceden inceleme alanına yerleştiriliyor ki yetkilinin incelemenin ardından vereceği demeç alkışlarla karşılansın.
Yalnız bu sefer AKP teşkilatını hazırlıksız gördüm, yakıştıramadım.
Dışişleri Bakanı IBAN verip, vatandaşa gönül penceresini açmaya çalışırken parazit yapan sesler çıktı.
Böyle özel günler, milletlerin içinden özel insanların da çıktığı günlerdir.
Namık Kemal’in “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini / Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?” dizelerini Meclis kürsüsünde okuyan Mustafa Kemal, 13 Ocak 1921’de şöyle söylemişti:
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini / Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!”
O günlerden bugünlere kolay gelmedik tabii.
Yangın başlayınca birçok insan fedakarca yardıma koştu.
Şahin Akdemir, 25 yaşındaydı, “bulunur kurtaracak” diye öne atılanlardan biriydi.
Onu, güzel yüzü is içindeki o son fotoğrafıyla hatırlayacağız hep.
Cumhurbaşkanı, baş sağlığı dilemek için ailesini “huzura aldırdı”. Çay ikram etti mi bilmiyorum.
Yangınla mevcudiyetinden haberdar olduğumuz bir diğer özel insan Gündoğmuş Belediye Başkanı Mehmet Özeren!
O da “bulunur kurtaracak” diye öne atıldı ve demeci patlattı:
“Evi eski olan vatandaşlarımız keşke bizim de evimiz yansaydı diyecek!”
Huysuz muhalifler bunu eleştirince de imdadına “her hıyarım var diyene, tuz bende” diye koşma yarışmalarının birincisi Melih Gökçek yetişti:
“AK Partili Mehmet Özeren’i linç ettiler. İnsanları teselli etmek için söylenen sözün neresi yanlış.”
Birbirine bu kadar bağlı politikacıları bir araya getirmek konusunda, AKP insan kaynakları yönetiminin ne kadar başarılı olduğunu böylece bir kez daha teşhis etme olanağı buldum.
Orhan Veli’yi de rahmetle andım bu arada:
Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.
Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, bu facia karşısında bile dirayetini bozmayan, liderlik yeteneklerini halkımızın hizmetinde cömertçe kullanan bir kişilik olarak öne çıktı.
Uzak görüşlülüğü şuradan belliydi ki yangından sonra ilk yapılması gereken işleri bile ajandasına not etmişti.
Onca telaşı arasında bunu bizlerle de paylaşmak yüce gönüllülüğünü gösterdi, yangından sonra ilk iş belediye itfaiyelerine el atacağını söyledi.
“Bu konuyu derhal ele alıp itfaiyelerin kapasiteleri ve konumlarını elden geçirmemiz şart” dedi.
İnsanın haliyle gözleri yaşarıyor; analar ne aslanlar doğuruyor diye!
Adam hem havadan, hem karadan yangını seyretmekle kalmıyor; durmuyor, üşenmiyor ve yangından sonra belediyelerin itfaiye işlerine de el atmaya hazırlanıyor.
Gerçi tabloya bakınca “Aman Bekir Bey, bırakın dağınık kalsın” demek geliyor içimden ama milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz bu günlerde içimden geçen sesi susturuyorum.
Ve Bekir Bey, yangınla mücadelesinde THK’ya rağmen başarılı olabiliyor!
THK’nın başına da eskiden AKP milletvekili olan bir kayyum atanmış ama kayyumun dünyadan haberi yok.
Bir öyle söylüyor, bir böyle söylüyor.
Önce 1 milyon dolar yeter diyor, arkasından o rakam gözüne az gelmiş olmalı ki 4 milyon dolara çıkıyor.
Bu arada da ortaya çıktı ki THK’nın elindeki uçaklara antika diyen “Yangını havadan – karadan seyreden Orman Bakanı”, 3 uçağı kiralamak için 23 milyon dolar harcamış.
Öte yandan şöyle bir gariplik de yok değil:
THK dediğimiz kurum, havacılığı sevdirmek, özendirmek amacıyla kurulmuş.
Asıl işi yangın söndürmek filan değil.
Ama ne olduysa geçmişte THK yangın söndürme uçakları almış ya da kiralamış ve bu işe girmiş.
Ve devletimizin yöneticileri, devletin ana organizasyon şeması içinde yeri hiç olmayan bu kurumu suçluyorlar, uçaklarını beğenmiyorlar filan!
“Beğenmiyorsanız siz kendiniz niye yapmadınız, bir yangın söndürme birimi kurmadınız” deyince de kızıyorlar.
Yangınların geniş bir alandaki ormanları yakmasının ardından “Zihni Sinir Projeleri” de ortaya saçıldı tabii.
Bunlar arasında birinciliği yanan yerlere zeytin, elma, armut, avokado filan dikilmesini önerenlere verdim.
Bunlar hakikaten parmak ısırtacak zekaya sahipler.
Yanan yerlere hem yanma derecesi az daha yüksek ağaç dikiyorsunuz, hem de meyvelerini toplayıp, satarak milli ekonomiye katkıda bulunuyorsunuz.
Yerli ve milli proje dediğin işte böyle bir şey olmalı ancak bir küçük sorun var:
Zeytin ağaçlarının yoğun olarak bulunduğu yerlere “zeytinlik” diyoruz.
Elma, armut, badem, portakal, mandalina gibi ağaçların topluca bulundukları yerlere de güzel Türkçemizde “bahçe” diyoruz, orman denmiyor.
Ve hektarlarca araziye sulama borularını nasıl döşeyeceğiz, o da ayrı bir soru.
Olaylar Türkiye’de cereyan eder de ardından komplo teorileri ortaya çıkmaz mı?
Elbette o da var ve bu konudaki birinciliği “kızıl çam ağaçlarını ABD diktirdi, Türkiye’ye diz çöktürmek istediğinde kolayca yakabilsin diye” şeklinde özetlenebilecek olan teoriye verdim.
Gerçi kızıl çam ormanları bu bölgede 23 milyon yıldır var ve ABD kurulalı daha ancak 245 yıl oldu ama olsun.
Bu yaratıcılığa şapka çıkarmak şart!
Bir gazeteci olarak ve günlük yazılar da yazdığım için olayın başından beri her türlü haber kaynağını dikkatle okudum.
Vardığım sonuç şu: Bugün ülkemizi yönetenler için “yangında ilk kurtarılacak” şey, ormandaki bir ağaç, bir kaplumbağa, bir küçük domuzcuk, tilkicik değil.
İtibara çok önem veriyorlar, onun için burunları yere düşse eğilip almıyorlar.
Uluslararası yardım çağrılarına pek yüz vermedikleri gibi çağrıda bulunanları da “devletimizi küçük düşürmekle” suçluyorlar.
“Türkiye Hain Tespit Etme ve İfşa Etme Genel Müdürlüğü” diye bir makam olsa, oraya ilk önereceğim insan olan Devlet Bahçeli bakın ne dedi:
“Yabancı ülkelere çağrı yapılarak yardım taleplerinin yoğun olarak gündeme taşınması Türkiye’yi aciz ve muhtaç bir ülke gösterme sinsiliğinin şifreli mesajı olarak değerlendirilmelidir.”
Bahçeli’ye katılıyorum.
Türkiye aciz ve muhtaç bir ülke gibi gösterilmemelidir.
Bakın, Okluk Koyu’ndaki Yazlık Saray’a bir şey oldu mu?
30 kilometre ilerisi cayır cayır yanarken, Saray ve çevresindeki orman mis gibi yerinde duruyordu.
Sarayı ve çevresindeki ormanı korumak için havadan fedakarca soğutma işlemini yapan helikopterlerin pilotlarına bu emri verenlere ne kadar teşekkür etsek azdır.
“O helikopterler yangına müdahale etselerdi bazı yerler kurtulurdu” diyeceklere de benim bir çift sözüm var:
İtibardan tasarruf olmaz arkadaş!