AKP Milletvekili Binali Yıldırım, partisinin Konya’daki toplantısına katıldı ve parlamenter sistemin “babayı, oğula düşman edecek bir sistem olduğunu” söyledi.
Bunu okuyunca “İyi ki başkanlık sistemine geçmişiz, yoksa Binali Bey ve çocukları arasında çıkacak düşmanlık, Allah korusun, Türk gemi taşımacılığı sektörünün çökmesine neden olabilirdi” diye düşündüm.
Babalarının Ulaştırma Bakanı olmasıyla birlikte ani bir zihin açıklığına kavuşan Yıldırım ailesinin çocukları, değeri yüz milyonlarca doları bulan bir gemi taşımacılığı işini kurabildiler. Bunu artık hepimiz biliyoruz.
Parlamenter sistem devam etseydi, şimdi baba - oğul birbirlerine girmiş olacaklardı. Sistem değişti diye acaba bu Cuma bütün camilerde iki rekat şükür namazı mı kılınsa?
Bir de “ille de parlamenter sistem” diye tutturan CHP zihniyetine bakalım:
İnönü Vakfı Arşivi’ndeki belgelerden biri, İsmet İnönü’nün oğluna yazdığı 6 Aralık 1946 tarihli bir mektup.
İnönü o zaman “milletin başına bela olmuş, tek adam yönetimi kurmuş”, Cumhurbaşkanı!
ABD’de okurken bir küçük otomobil almak isteyen oğluna yazdığı mektubunda bakın ne yanıt veriyor:
“Otomobil meselen hiç aklımdan çıkmıyor. Fakat 1700 - 2000 Dolar döviz asla bulamayız. Arkadaşların gibi eski bir otomobil bulmaktan başka çaren yoktur. Olmaz dediğim zaman ne kadar üzüldüğümü tasavvur edersin diye söylüyorum. Kolayca red etmediğimi bilerek müsterih olursun, sabrın artar.”
İşte arkadaşlar, CHP zihniyeti budur!
Koca Cumhurbaşkanı olmuşsun, bir müteahhide rica etseydin de çocuğuna bir “arabacık” alabilseydin!
Allah bilir çocuğun okul parasını da kendi cebinden ödemiştir, “burs verecek” bir terzisi bile olmamıştır.
Bunlar, iş bilmezliklerini örtmek için bir de dürüst ayağına yatarlar!
Allahtan TSM’ler (Türk, Sünni, Müslüman. Bunlar Amerika’daki WASP’ların -Beyaz, Anglo Sakson, Protestan- Türkiye versiyonu) kamu yönetimi bilimine muazzam bir katkı yaptılar.
“Çalan ama çalışan kamu yönetimi düzeni” bir TSM icadıdır, halk tarafından da kabul görmekte ve onaylanmaktadır.
Her neyse, konudan uzaklaşmayalım.
Binali Bey’in çocukları da maşallah öyle şahane bir iş idaresi yöntemi buldular ve geliştirdiler ki şimdi gemileri dünya denizlerinde fink atıyor.
Yalnız bir eleştirim var: Bu iş idaresi yöntemini bizlerle paylaşmıyorlar.
Oysa geliri belli bir memur ailesinin çocuklarının, babalarının siyasette yükselişine paralel olarak multi dolar milyoneri olabilmelerinin sırrını bir öğrensek, milletçe köşeyi döneceğiz.
***
Artık şunu iyice öğrenmiş olmalıyız: Nerede bir “kupon arazi” varsa, orada mutlaka ciddi bir rant da gerçekleşiyor.
Boğaziçi de böyle bir yer.
Ve AKP iktidarı sırasında bu bilgimize şunu da ekleyebildik: Rant varsa, her yol mubah!
Onun için kim ne derse desin, Boğaziçi’ndeki imar yetkilerinin Büyükşehir Belediyesi’nin bir kurumundan alınıp (Boğaziçi İmar Müdürlüğü), Bin Odalı Saray’ın bir dairesine bağlanmasının açıklaması budur.
AKP’nin bir Genel Başkan Yardımcısı var, Numan Kurtulmuş.
Kendisi işletme profesörü. Dini bütün bir Müslüman kardeşimiz.
Boğaziçi’ndeki imar işleri ile ilgili bu değişikliği şöyle açıklıyor:
“Bunu ulusal bir proje içerisinde görmek lazım, ulusal bir perspektifle bakmak lazım. Bugün biz de görüyoruz, tüh, bazı yerlerde gerçekten yanlışlıklar oldu. O canım güzellikleri heba eden görüntüler ortada. Bunların bir şekilde önlenmesi, bundan sonra İstanbul Boğazı’nın muhteşem halinin korunarak kıyametine kadar saklanması asıl hedefimiz olmalıdır.”
Numan Bey bizimle dalga geçiyor sanırım.
Boğaziçi bu hale geldiyse bunun en büyük sorumlularından biri de Recep Tayyip Erdoğan olmalı.
Erdoğan, 27 Mart 1994'ten, Ekrem İmamoğlu seçilene kadar geçen 25 yıl yani çeyrek yüzyıl süreyle bu kenti tek başına yönetti.
Başbakan, Cumhurbaşkanı olduğunda bile eli bu şehrin üzerindeydi, belediyeler ondan habersiz adım atamadılar.
96 yıllık Cumhuriyet tarihinin dörtte birine tekabül eden bir süreden söz ediyorum!
Numan Bey’in “tüh bazı yerlerde yanlışlıklar oldu” dediği şeylerin önemli bölümü Erdoğan’ın yönetimi altında ve bilgisi içinde gerçekleşti.
Ve şimdi Numan Bey, Boğaziçi’nin Bin Odalı Saray’a bağlanarak kurtulacağını, ulusal perspektif içinde yönetileceğini iddia ediyor!
Numan Bey’in adını aldığı rahmetli dedesi, Latin harfleriyle basılmış ilk ilmihalin, Amentü Şerhi’nin yazarıydı.
Rahmetli sağ olup da insanları salak yerine koymanın, inancı nasıl sakatlayabileceğini torununa bir kez daha anlatabilseydi, ne iyi olurdu.
***
Ahmet Altan ile ilgili savcılık iddianamesindeki şu ifade dikkat çekici:
“Devletin silahlı kuvvetlerine sızan mensuplarınca silahlı bir kalkışma / darbe gerçekleştirilme ihtimalinin kuvvetle muhtemel olarak görüldüğü bir dönemde ...”
Savcı, böyle bir durumun olduğunu tespit etmiş, bu durumu o günlerde Ahmet Altan’ın, Nazlı Ilıcak’ın falan da tespit etmiş olması (ya da biliyor olması) gerektiği kanaatinde.
Ve şöyle bir akıl yürütüyor: Mademki böyle bir şeyin olacağının kuvvetle mümkün olduğu biliniyordu, o halde o yazıları darbe amacıyla yazdılar!
Şimdi tam da burada, darbenin ertesi gününden itibaren sorduğum bir soruya dönmek istiyorum: Bu darbe girişimi, en başından, daha darbeciler kışlalarından çıkamadan engellenebilir miydi?
Kara Havacılık’ta görevli bir binbaşı, bir grup askerin MİT Müsteşarı’nı kaçırma planını o gece uygulamaya koyacağını ihbar etmişti.
Bu ihbar, MİT Müsteşarı ve zamanın Genel Kurmay Başkanı tarafından bir darbe kalkışması olarak değerlendirilmedi.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan haberdar bile edilmediler.
Bu iki kişinin, makamlarının gerektirdiği ehliyete sahip olmadıkları için bu ihbarı doğru değerlendiremediklerini mi düşünmeliyiz?
Düşünün, savcı bile biliyor ve bazı gazetecilerin de bu darbe hazırlığının farkında olduklarını iddia ediyor ama biri MİT Müsteşarı, diğeri Genelkurmay Başkanı iki yetkili, çok önemli bir ihbarı “darbe girişimi” olarak değerlendiremiyor!
Müsteşar ve Genelkurmay Başkanı adam gibi sorgulanmadıkları için bunun nedenini bilmiyoruz.
Savcı Bey, Reis’ten bir izin isteyip, bu beylere de sorsa keşke bu soruyu:
“Darbe ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğu bir dönemde, siz bu ihbarı nasıl olup da darbe girişimi olarak değerlendiremediniz” diye!
Darbecilerin öldürdüğü insanlara karşı bunu borçlu değil miyiz?