CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, önceki gün bir hakime dikkatlerimizi çekti; "günümüzün Zekeriya Öz'ü olmakla" eleştirdi.
Ondan önce de Cumhuriyet'te Barış Terkoğlu, söz konusu hakimin "görevli" olduğu yargılamalarda verdiği kararların bir listesini yayımlamıştı.
Söz konusu yargıcın Enis Berberoğlu ile ilgili Anayasa Mahkemesi'nin verdiği "hak ihlali" kararına da uymadığını hatırlatayım.
Bu tartışmalar sürerken Netflix'te "Şikago Yedilisinin Yargılanması – The Trial of the Chicago 7" isimli bir film vizyona girdi.
Konusunu yaşanmış bir olaydan alan bir film bu.
Film, 1968 yılında Şikago'da düzenlenen Demokrat Parti Kongresi sırasındaki olayların ardından suçlanan 7 aktivistin yargılanmasını konu ediniyor.
Aslında başlangıçta yargılananlar 8 kişi ancak daha sonra Afro Amerikan bir aktivistin davası ana davadan ayrılıyor.
Demokratların Başkan adayı olarak Vietnam Savaşı karşıtı bir aday belirlemesini isteyen savaş karşıtı ve sivil itaatsizlik yanlısı gruplar, Şikago'da büyük bir toplantı düzenliyorlar.
Ve Şikago polisi, merkezi hükümetin desteğini de arkasına alarak bu gösterileri şiddetle dağıtıyor.
Bazı sahneleri izlerken kendinizi Gezi protestoları sırasında Taksim'de de zannedebilirsiniz.
Yargılama, tam bir tiyatro.
Günümüzde Gezi ve Osman Kavala davalarında, Enis Berberoğlu davasında, Sözcü davasında, Oda TV davalarında izlediğimize benzer bir tiyatro.
Daha önce de Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi davalarda izlediğimiz türden bir tiyatro!
7 eylemciyi yargılayan yargıç Julius Hoffman'ı izlerken günümüzün "özel görevlendirilmiş" yargıçları gözümün önünden geçti.
Yargılamanın ardından Illınois eyaletinde görev yapan hukukçuların yüzde 77'si yargılama sürecini "adaleti aşındırıcı" bulacak ve zaten Yüksek Mahkeme de verdiği kararı bozacaktı.
Yargıç Hoffman, 1983 yılında ardında son derece kötü bir isim bırakarak, yaşlılıktan öldü.
Aradan geçen 40 seneye rağmen hâlâ adalet duygusunu yerle bir eden yargılamasıyla hatırlanıyor.
Çocuklarına, torunlarına, varsa onların çocuklarına bıraktığı miras bu: Utanç!
Çok değil, 5 sene önce meslekten atılana kadar afra tafrasından yanına yaklaşılamayan, her türlü hukuksuzluğu gözünü kırpmadan işleyip, adalet duygusunu yerle bir eden Zekeriya Öz gibi.
Bu utançtan, öldükten sonra da kurtulamayacak. Hukuk adına gerçekleştirdiği rezillikler, filmlerle, romanlarla, biyografilerle yüz yıl sonra bile hatırlanacak.
Bugün "ben neymişim be abi" diye övünerek, mesleğinin gereklerini yerine getirmeye gerek görmeyenleri de uyarmam gerek.
Tarih unutmuyor; insanlığın ortak hafızası unutmuyor.
Haa unutmadan şunu da söyleyeyim: Bir de "ahiret hayatı" var inançlı olduğunu söyleyenler için.
Sorgu günü geldiğinde "o gün siyaset icabı böyle yapmak zorundaydım" savunması dikkate alınacak mı acaba?
Son zamanlarda her taşın altından çıkan Diyanet İşleri Başkanı ne der bu işe?
Bu dünyada adaleti sağlamak yerine insanlara zulmedenleri ahirette ne bekliyor olabilir?
Hazreti Ömer'in hayatından bazı çıkarımlar yapmamız doğru olur gibi geliyor bana.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen gün "fikri iktidarı sağlayamadığı için kendisini mahzun hissettiğini" söylemişti, hatırlarsınız.
Söz konusu konuşmayı İbn Haldun Üniversitesi külliyesinin açılış töreninde söyledi.
Törenin sonunda Mütevelli Heyeti Başkanı İrfan Gündüz, "Üniversite'nin anahtarını" Cumhurbaşkanı'na verdi.
Semboliktir elbette, bu anahtar ile gidip üniversitenin kapısını açamazsınız.
Ama bu anahtarın, bir politikacının eline tutuşturulması aynı zamanda üniversitenin "üniversite" olmaktan vazgeçtiğinin de sembolü olarak görülmelidir.
Üniversite dediğimiz kurum, bizim ülkemizde YÖK eliyle yüksek liseye dönüştürüldü.
Evrensel bilgiye ulaşmak için üniversite farklılıklar, aykırılıklar üzerinden işler.
Üniversiteniz ne kadar özgür ise, farklı düşüncelere, tartışmaya ne kadar açık ise o kadar üniversite olur.
Anahtarı, bir politikacının elinde olan kurum, politikaya hizmet eder, bilime değil.
Yaratıcılığın, buluşçuluğun, yenilikçiliğin dünyaya şekil verdiği bir çağda yaşıyoruz.
Bilginin ideolojik kalıplar içine sıkıştırıldığı, özgürlüğün mutlakiyetçi bir anlayışla bastırıldığı bir kurum, bilgi üretemez, üretilmiş bilgiyi geliştiremez.
Üniversite hocalarının tek tipleştirilmeye çalışıldığı, hukuk fakültelerinin dekanlarının bile İlahiyatçılardan seçildiği bir okul, üniversite değil, olsa olsa medrese olur.
Üniversitenin kendi dört duvarının içinde özgür olması da yetmez.
İçinde yaşadığı toplumun da aynı şekilde özgür olması gerekir.
Bilim böyle gelişir.
Biat kültürünün olduğu yerde, bilim gelişmez.
Prof. Dr. Kemal Gürüz, "Medrese v. Üniversite - Geri Kalmışlığın ve İlerlemenin Karşılaştırmalı Tarihçesi" isimli kitabında, medreselerde felsefeye yer olmadığına dikkat çekiyor.
Osmanlı'nın medreseleri, bilim ve felsefeye uzaktılar.
Batının üniversiteleri kiliseden uzaklaşıp, bağımsızlaştıkça seküler bilim de, felsefe de gelişti.
1790 yılında Avrupa'da 143 üniversite vardı.
O tarihte üç kıtaya yayılmış koca Osmanlı'da 2!
Erdoğan, bu konuda daha fazla hüzünlenmek istemiyorsa, bugüne kadar yürüttüğü üniversite politikasının tam tersini yapmalı.