Eşini üniversiteye bağlı bir enstitüye sekreter yapmak isteyen Pamukkale Üniversitesi Rektörü'nün görevden alınması, besleme basın tarafından "nepotizme atılan esaslı bir yumruk" olarak tanımlandı.
Bu yorumu okurken meşhur "hamamın namusu" fıkrasını hatırladım ister istemez.
Fıkrayı bilenler, bilmeyenlere anlatsın lütfen, bilmeyenler de internetten kolayca bulabilirler.
Maliye Bakanlığı koltuğunda, yetersizliği ayan beyan ortada olan birisinin sırf akrabalık nedeniyle oturmaya devam ettiği bir ülkede, bir rektörün başına gelenleri ancak "hamamın namusu fıkrası" ile açıklayabiliriz çünkü.
Erdoğan yönetimi altındaki Türkiye'nin önemli sorunlarından biri bu: Kamu yönetiminde liyakatin değil, kayırmacılığın hâkim olması.
Ve "kayırmacılık" dediğimiz şey de sadece yakın akrabaları kollamaktan ibaret de değil.
Pamukkale Üniversitesi Rektörü ile eşi, bu kayırmacılığın bir prototipi aslında.
AKP zihniyeti, iktidara geldiği günden beri bir tek şeye önem verdi: Kadrolaşmak.
Devlet kadroları şekillenirken zihinlerinin arkasında hep aynı soru vardı: Bu adam bizden mi?
Liyakat kavramının yerini "bizden" kavramı almasının bir sonucunu yaşadık:
Bir gizli örgüt, AKP'nin bu zaafından yararlanarak devleti ele geçirmeye çalıştı, darbe yapmaya bile kalkıştı.
Bu uğurda devlete nitelikli personel yetiştiren kariyer kurumları bile teker teker dağıtıldı, yok edildi.
Pamukkale Üniversitesi Rektörü tekil bir örnek değil.
Bu adam, AKP'nin devlete hakim kıldığı zihniyetin bir özeti sadece.
Onu görevden almak da bu yüzden "nepotizme atılan yumruk" filan da hiç değil.
Rektör ile eşini birlikte gösteren fotoğrafa bakarken memleketin İslamcı kadrolarının geldiği noktayı da görüyorsunuz.
Belli ki kendilerini inançlı Müslümanlar olarak tanımlıyorlar, kılık kıyafetten öyle anlaşılıyor. Kalplerini bilemeyiz tabii.
Memleketimizin siyasal İslamcılarının dilinden hiç düşmeyen bir şey varsa o da "Hazreti Ömer'in adaleti" öyküleridir.
Hazreti Ömer, Dört Halife'nin ikincisi.
Sahip olduğu büyük yönetici ve insani vasıfları nedeniyle yüceltilen ve kendisinden sonra da en çok aranan, özlenen isim.
Bugün nepotizm denilen şeye ilk karşı çıkan İslam büyüğü.
Kendisinden sonra oğlunun halife adayı olmasına itiraz ettiğini hatırlatmak isterim.
Bizim AKP zihniyetinin açmazı da burada:
Lafa gelince Ömer'i yüceltirler ama gerçekte özendikleri Muaviye'den, Yezid'den başkası değildir.
Hazreti Ömer deyince "vakıf" meselesini hatırlamamam da mümkün değil tabii.
Hazreti Ömer, Peygamber'in de onayıyla bir bahçesinin gelirini yoksullar için harcanmak üzere bağışladığında bugün "vakıf" dediğimiz kurumların öncülüğünü yapmıştı.
Yani vakıf dediğimiz şeyin özü, kişinin şahsına ait bir varlığın gelirini hayır işyeri için kullanması.
Memleketimizin İslamcıları içinse böyle değil.
Onlar deyim yerindeyse "el kesesinden hayır yapmaya" bayılıyorlar.
Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün kayıtlarından ortaya çıktı ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, son altı yılda 43 vakfa vergi muafiyeti tanımış. (Bu konuyla ilgili bilgileri BirGün gazetesinden İsmail Arı'nın haberinden aktarıyorum.)
Erdoğan'ın vergi muafiyeti hakkı tanıdığı vakıflar arasında, oğlu Bilal Erdoğan'ın yöneticisi olduğu Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA), Prof.Dr. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı, Yeni Türkiye Eğitim Vakfı (YETEV) ve Okmeydanı Spor ve Eğitim Vakfı (Okçular Vakfı) ile kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar'ın yöneticisi olduğu Kadın ve Demokrasi Vakfı (KADEM) var.
Damat Bakan Berat Albayrak'ın yöneticisi olduğu Nun Eğitim ve Kültür Vakfı ile diğer damadı Selçuk Bayraktar'ın yöneticisi olduğu Türkiye Teknoloji Takımı Vakfı (T3 Vakfı) da listeye eklenebilir.
Bazı AKP'lilerin yöneticisi olduğu vakıflar ile dini cemaatler tarafından kurulan vakıflar da cabası.
Bu vakıflara vergi bağışıklığı tanınmasının nedeni, bu tür vakıflara yaptığınız bağışların tümünü gider yazabiliyor olmanız.
Böylece bu vakıflar bir yandan kamu olanaklarını kullanırlarken, diğer yandan da aslında vergi geliri kaybına da yol açarak bir zarar daha veriyorlar.
Memleketimizin İslamcıları acaba "ahlak ve siyaset" mefhumu üzerine biraz düşünmelerinin zamanının geçmekte olduğunun farkındalar mı?
Hayır, bir internet sitesinden söz etmiyorum.
Bu bildiğiniz bir sahil sitesi, Bodrum'un ünlü bir koyunda inşa edilmiş.
Ama tam olarak bildiğiniz gibi bir sahil sitesi de sayılmaz çünkü bu sitede en küçük evin fiyatı 3 milyon Euro'dan başlıyor.
Geçenlerde bir ev satılmış mesela, 6 milyon Euro olduğu söyleniyor.
Sitede ödenen yıllık aidat ile orta halli bir semtte iki göz ev bile alınabilir, onu da belirtmiş olayım.
Site hizmete girerken bir takım kurallar konulmuş: Plajdan herkes eşit yararlanacak, otomobille evlerin arasında dolaşılmayacak vs.
Ancak site yöneticilerinin en büyük şikayeti kimsenin kurallara uymaması.
Kimisi plajda on korumasıyla güneşleniyor (korumalar takım elbiselerinin içinde tabii), kimisi evinden plaja otomobil konvoylarıyla, Maybach'larla iniyor.
Çalışanlar uyarınca da en çok şu sözü duyuyorlarmış:
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?"
Sitenin adını vermeyeceğim, çünkü içinde oturan akıllı uslu insanlar da var, hepsi görgüsüzlerden oluşmuyor.
Ama günümüz zenginliğinin, "kalabalık koruma ordusu, eskort araçları, kuralları takmamak" ile ortaya çıkan görgüsüzlüğünün ilginç bir örneği olarak sizlere de anlatayım istedim.