Deprem nedeniyle kaybettiğimiz konut açığını kapatmak için TOKİ hızla ihaleler yapıyor.
Bu işte bile partizanlığın ne boyutlara ulaştığını Çiğdem Toker, dün T24'te yazdı.
İnsan okurken bile başkası adına utanıyor.
TOKİ'nin konutları 2 yılı geri ödemesiz, 20 yıl vadeli krediler ile hak sahiplerine dağıtılacak.
Kimlerin "hak sahibi" sayılacağını kabaca biliyoruz. Bu olanaktan bölgede kiracı olarak yaşayanların yararlanamayacağını söyleyebilirim.
Aslında bu kredi daha uzun vadeye de yayılabilirdi ancak hükümet 20 yılı uygun gördü.
Bu, kredilerin reel faizlerinin, bütçeden karşılanacağı anlamına gelen bir uygulama.
Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu önceki gün deprem bölgesine yaptığı ziyaret sırasında, seçildiği takdirde deprem nedeniyle yıkılanların yerine yapılacak konutların hak sahiplerine bedava olarak dağıtılacağını açıkladı.
Yani sadece reel faizleri değil, ana para da bütçeden karşılanacak.
Benim de kafam haliyle karmakarışık oldu.
Körfez depreminin ardından 27 Aralık 1999 tarihinde adına kısaca DASK dediğimiz, Doğal Afet Sigortaları Kurumu kuruldu ve binaların depreme karşı sigortalanması zorunlu hale getirildi.
O tarihte biz vatandaşlara denmişti ki "artık deprem gibi felaketlerden sonra evini kaybedenlere devlet bütçesinden ev yapmamıza gerek kalmayacak, zorunlu deprem sigortası bu işi karşılayacak. Reasürans yoluyla risklerini de dağıtacağı için artık bütçeden para çıkmadan bu tür felaketlerde kaybolan konutları üretmek mümkün olacak."
Yani deprem bölgesinde yıkılan yaklaşık 600 bin konut için aslında bütçeden bir harcama yapmamak gerekiyor çünkü zorunlu deprem sigortası, bu konutların sigorta bedellerini hak sahiplerine vermek zorunda.
Ama görüyorum ki yeni yapılacak 600 bin konut, genel bütçeden harcanacak parayla yapılacak.
Bu nasıl bir hesap gerçekten anlayamadım.
DASK primlerini düzenli ödemek, tıpkı vergisini, trafik cezasını vs. zamanında ödemek gibi alışkanlıkları olan enayilere özgü bir durum mu sayılıyor?
Yıkılan konutların ne kadarı zorunlu deprem sigortası yaptırmıştı?
Zorunlu deprem sigortası adı üzerinde gönüllülük esasına dayanmadığına göre bu binaların sigortalanmamış olması kimin sorumluluğunda?
Bunu hesabını kimden soracağız?
Bütçeden harcanacak fazladan her 1 liranın, eğitimden, ulaşımdan, alt yapıdan, savunmadan, asayişten kesileceğinin farkında mıyız?
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, "Türkiye Tek Yürek" kampanyasında taahhüt edilen bağışın 74 milyar liralık bölümünün banka hesaplarına yatırıldığını açıkladı.
Hatırlarsınız televizyonların ortak yayınında taahhüt edilen rakam 115 milyar 146 milyon 528 bin liraydı.
Bizim memlekette her zaman olduğu gibi bu işte de idarenin "şeffaflık ve hesap verebilirlik" gibi bir derdi olmadığı için televizyon yayınında bonkör, parayı yatırmaya gelince cimri şirketler hangileri, öğrenemedik.
Oktay, "taahhüt edilip henüz AFAD hesaplarına aktarılmayan kısmın da önümüzdeki günlerde söz verenler tarafından iletileceğine inanıyorum" dedi ama ben onun yerinde olsam daha ihtiyatlı konuşurdum.
İdare şeffaf olmazsa insanlarda yaptıkları yardımın boşa gideceğine ilişkin inanç büyüyor, bu da yardım etme hevesini kırıyor.
Mesela Türkiye Tek Yürek kampanyasında toplanan paraların, deprem yaralarını sarmak amacıyla kurulan Afet Yeniden İmar Fonu'na neden dahil edilmediğini açıklaması yararlı olurdu.
AKP Milletvekili Cemal Öztürk'ün açıklamasına göre fon hem Sayıştay tarafından denetlenecek hem de bağımsız denetime tabi tutulacak ve Tek Yürek kampanyasında toplanan para fona dahil edilmeyecek.
Niye?
Eğer denetimden kaçıracak bir şeyiniz yoksa neden bu kaynak da fona aktarılmıyor?
Denetim dışı harcanacak ise taahhütlerini yerine getirmekte gönülsüz kalanları nasıl suçlayabiliriz?
Bu tür durumların yarattığı güvensizlik sadece Türkiye'deki yardımseverleri etkilemiyor.
Yurtdışından gelecek yardımlar da aynı şekilde etkileniyor.
Devletler yapacakları yardımı, TC'ye değil, denetleyebilecekleri kurumlara yapmak ya da doğrudan yönetmek istiyorlar.
Bu nedenle onları suçlayabilir, "çok ayıp ediyorsunuz ama" diyebilir miyiz?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı, şehir plancısı Dr. Buğra Gökçe, "bir kum saati ile yarışıyoruz. Büyük Marmara Depremi'nin eli kulağında. Deprem değil, bina öldürür. Yapı stokumuzu iyileştirmek için çok vaktimiz yok" dedi.
Dr. Gökçe, asma katlara yasak geleceğini, dükkân, işyeri ve benzeri kullanımların birleştirilmesi veya ayrılması gibi yapının taşıyıcı sistemini etkileyen her türlü imalatın bundan sonra yapı ruhsatına tabi tutulacağını da açıkladı.
Bunlara söyleyecek bir şeyim yok elbette.
Ancak anladığım kadarıyla Dr. Gökçe'nin dikkat çektiği hususlar ileriye yönelik önlemler.
Bugüne kadar yapılmış binalardaki sorunları kapsamıyor.
Yaklaşan depremde can kaybını azaltmanın yolu, mevcut bina stokunun hızla elden geçirilmesiyle mümkün.
Bunun için de bürokrasinin azaltılması, güçlendirme ruhsatlarının hızlı verilip, belediye tarafından da işin yapımı sırasında çok sıkı takip edilmesi şart ve bu konuda bir ilerleme olduğuna ilişkin bir haber de okumadım.
Bizim memlekette "binamı güçlendireceğim" diye ruhsat alıp, bunu fırsat bilerek rant peşine düşecek çok kişi çıkacağına da iddiaya girerim.
Bu aşağılık tiplere karşı önlem alacağız derken dürüst vatandaşların izinleri de sürüncemede kalmasın.
İdare, bu tür işleri sıkı denetlemenin yollarını bulsun, denetim işini düzgün yapamıyor diye dürüst vatandaşın da risk altında yaşamasına yol açmasın.
Bunu önlemenin yolu, bina güçlendirme ya da yenileme işiyle ilgili izinlerin geciktirilmesi olmamalı.
Bununla ilgili kanun çıkarmak için artık çok geç, seçim nedeniyle Meclis tatile girdi, girecek.
Cumhurbaşkanı, sahip olduğu tek adam yetkilerini görev süresinin sonuna yaklaşırken bir kereliğine de olsa hayırlı bir iş için kullanır mı acaba diye merak ediyorum.
Mehmet Y. Yılmaz kimdir?Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. "Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |