Yeni bölünme konumuz "global bir yardım çağrısı yapalım mı, yapmayalım mı" tartışması üzerinden gelişti.
Bunda da şaşılacak bir şey yok.
Mahalle maçında bile seyircilerin tekme – tokat birbirlerine girmelerine uygun bir toplumsal ruh iklimimiz var.
Hatta bu tür tartışmaların artık sosyal medyada sürmesi yararlı da oluyor; hiç olmazsa yüz yüze gelmedikleri için kimse kimseyi bıçaklamaya, kafasında şişe kırmaya fırsat bulamıyor.
Devletin en yetkili kişileri bile yardım çağrısı yapar, yardım edenlere teşekkür mesajları yayınlarken vatandaşların bazılarının yardım çağrılarına karşı çıkması da ilginç elbette.
Bu görüşte olanlara göre devletimiz son derece güçlü ve bu tür yardım çağrılarının olası sonuçları arasında Türkiye'nin yabancı güçler tarafından işgal edilmesi bile öngörülüyor.
Haliyle benim de kafam karışıyor.
Devletimiz güçlü ise, yabancı güçler bizi nasıl işgal edebilir?
Hem devletimizin gücüne sayısız örnek verebilirim.
Mesela öldürüldükten sonra canavar ruhlu katili tarafından parçalanan bir kadını anmak için gösteri yapan kadınlara karşı devletimiz son derece güçlü.
Copu, yumruğu koydu mu, oturtuyor!
Üniversite öğrencilerine karşı da maşallah gücü kuvveti yerinde.
Burslarını kesiyor, kredilerini geri istiyor, yurttan atıyor.
Bunun bir adım ilerisi su verilmesini bile yasaklamak ama anladığım kadarıyla bu kadar güç gösterisi muktedir devletimize yeterli geliyor.
İşçiler de devletimizin gücünü artık iyice öğrendiler. En son Soma'dan Ankara'ya kadar geldiler, oradan bir adım ilerleyemediler. Grev mörev hak getire! Devletimizin gücü buna engel olmaya yetiyor.
Köylülere karşı da devletimiz güçlü. Ağaçlarının kesilmesini, derelerinin kurutulmasını istemeyen köylülere jandarma bir dayak atıyor ki güçlü olduğu kadar ceberrut olduğunu da anlıyoruz.
Bu güçlü devletimizin bir de "sabrının sınırı" var elbette.
Güçsüz olursan "ya sabır" çekip oturuyorsun oturduğun yerde.
Sadece güçlü olursan sabrına bir sınır çizmen mümkün.
Gücünün test edilmesinden de hazzetmiyor.
Devlet yetkililerimiz çok sık "kimse bizi test etmesin, kimse sabrımızı zorlamasın" diye demeçler vererek, dünyaya korku salıyorlar!
Hatta Biden, Erdoğan ile görüşürken o malum konuyu açmaya cesaret edemedi de başına gelebileceklerden kurtuldu "hamdolsun"!
Unutmadan söyleyeyim, kırmızı çizgileri konusunda da hassas bir devlet bizimki!
Gerçi bu çizgileri sıkça silip, yeniden çiziyorlar ama olsun, kırmızı çizgilerimiz var; önemli olan bu!
Hatta bakın Erdoğan ile Bahçeli, İmamoğlu ve Yavaş seçilirlerse devletin bekasından endişeleniyorlardı; adamlar seçildi, tık yok, devlet sapasağlam yerinde duruyor!
Yani global yardım çağrılarından endişeye kapılıp, devletimizin bekasından endişe etmeye o kadar gerek yok.
Orman Bakanı Bekir Pakdemirli yurt dışından gelen bazı yardım taleplerini neden çevirdiklerini şöyle açıkladı:
"Her gelen yardımı da kabul etmiyoruz. Çünkü 5 tonun altında su atan uçakları, kalabalık meydana getirmemesi için kabul etmedik."
Pakdemirli, herkesi sersem, kendisini uyanık zanneden bir tip.
Böyle karakterlere aslında acımak gerekir ama ne de olsa bakan, söylediklerini mecburen ciddiye alıyoruz.
Havada ya da karada "uçakların kalabalık etmesi" meselesi, günümüzde bir "mesele" değil.
En yoğun havaalanlarında bile uçakların yer ve hava trafikleri kimsenin kuyruğu kimseye dolanmadan yönetilebiliyor.
Mesela Antalya Havalimanı'na 2019 temmuz ayında toplam 29 bin 639 uçak indi ve kalktı. Yani uçakların yakıt ikmali vs. için inmelerinde ve kalkmalarında sorun olmazdı.
Yangın ise çok geniş bir alanda sürüyor. Gelecek 5 tane fazla uçak, kimsenin ayağına dolanmazdı. Bu trafiği yönetmek, işini bilen biri için çocuk oyuncağıydı.
Aynı şey, Bodrum ya da Dalaman havalimanları ve yangın alanı için de geçerli.
Bakanın derdi aslında trafik filan değil.
5 tonun altında su taşıyan uçakları istemiyor olmasının nedeni çürümeye terk ettirdiği THK uçaklarından başka bir şey değil.
O uçaklar 4,5 ton su alıyor. Yurt dışında halen başarıyla ve emniyetle kullanılan aynı model uçakların, burada yangın söndürürken görülmesini istemiyor.
Çünkü o zaman diyeceğiz ki "bak, İspanyollarınki antika filan değil, antika senin kafan olmasın?"
Zaten THK uçaklarını kullanmamak için kendisinin icat ettiği bir şey ihaleye 5 ton sınırı koymak.
Bunu koydu ki o uçakları devre dışı bırakabilsin.
Derdinin THK olmadığını biliyoruz, çünkü ihaleyi kazanan şirket ile THK ortak.
Boş konuşmayı bırakıp şu soruları yanıtlamalı:
1 – Beş uçak için ihaleye çıkıp, 3 uçakla ihaleyi bitirirken aklından ne geçiyordu?
2 – Yıllardır başarıyla kullanılan ve bakımları zamanında yapıldığı sürece çok uzun yıllar kullanılabilecek olan THK'nın uçaklarının antika olduğuna nasıl karar verdi?
3 – İhaleyi bu konuda hiç tecrübesi olmayan bir şirkete verirken müşevviki neydi?
4 – Dünya yüzünde orman yangını söndürme işini ihaleyle yapan her hangi bir orman idaresi var mı?
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk'un "görevden affını istediği" ve bu talebinin Erdoğan tarafından kabul edildiği ancak henüz açıklanmadığı neredeyse 10 gündür yazılıp, çiziliyor.
Bakanlıktan da, Selçuk'tan da, her şeye bir kulp uyduran Fahrettin Bey'den de bir açıklama, yalanlama vs. yok.
Buradan yola çıkan "siyasi gözlemciler" Selçuk'un hala koltuğunda oturuyor olmasını yangınlar nedeniyle gerilen kamuoyuna bağlıyorlar.
Yangınlar geçince Selçuk'un arkasından bir kova su dökeceklermiş, öyle iddia ediliyor.
Selçuk neden gözden düştü dersiniz?
Hayır, yerlerde sürünen eğitim sistemimizi kurtarmayı başaramadığı için değil.
Reis'in açıklayacağı bir şeyi (okulların 6 Eylül'de açılması) ondan önce davranıp açıkladığı için Erdoğan gönül koymuş, serzenişte bulunmuş; Selçuk da mecburen affını istemiş.
Bununla bitmiyor tabii.
Şu yangın fırtınası dindiğinde Orman Bakanı Bekir Pakdemirli de görevden alınacakmış.
Hayır, yanlış anlaşılmasın, Pakdemirli yangın öncesi ve yangın sırasında sergilediği beceriksizlikler nedeniyle değil, söylediği bir söze Erdoğan kızdığı için görevden alınacakmış.
Gördüğünüz gibi mükemmel işleyen bir başkanlık sistemimiz var.
Bakanların ne yaptıklarından ziyade önemli olan Cumhurbaşkanı'nın gönlünü hoş tutmaları.
Geri kalan bakanlar da bunları görünce iş yapmaya çalışmak yerine araziye uymayı tercih ediyorlar ki bir şeyler yapıp, söyleyip kelleyi kaptırmasınlar!
Onun için de hiçbir şey doğru dürüst yürümüyor.
Mahfi Eğilmez geçen gün yazdı:
Parlamenter sistemdeyken, 2018 yılında kişi başına gelir Türkiye'de 10.883 dolar; Romanya'da 9.529 dolarmış.
Cumhurbaşkanlığı sistemindeki 2020 yılında ise Türkiye 8.600 dolara düşerken, Romanya 12.792 dolara çıkmış!
"Türkiye bu sistemle uçacak" diye propagandaya gaz vermişlerdi, anlaşılan o ki tek adam sisteminde yere çarpmaya doğru pike yapmaya "uçuş" deniliyor!