Recep Tayyip Erdoğan’ın olası bir seçimi kaybedeceğinin işaretleri belirince, ortaya cin fikirler de saçılmaya başladı.
Bunlardan biri de seçimi kaybettiğinin ertesi günü, Erdoğan’ın “haydi parlamenter sisteme geçelim” diyerek muhalefeti Anayasa değişikliği ile birlikte yeni bir seçime zorlaması.
Seçim sonuçları bugün araştırmaların ortaya koyduğu gibi tecelli ederse, Erdoğan’ın tek başına ya da bir koalisyonun lideri olarak yeniden iktidarı ele geçirebileceği varsayılıyor.
Bu görüşü dile getirenler arasında ciddiye alacağımız çok insan yok aslında: Cüppeli Ahmet, maiyet yazarı gibi tipler.
Önce şunu söyleyeyim ki bu görüş, Türkiye’deki seçmeni çok hafife alıyor.
Öyle bir seçimden kimin galip çıkacağını bugünden söylemek pek gerçekçi bir tahmin sayılmaz.
Seçmen, ortaya koyduğu iradenin, siyasi ayak oyunlarıyla delinmek istendiğini fark etmeyecek kadar “bidon kafalı” değil!
Muhalefet de kazandığı bir seçimi, sırf Erdoğan öyle istiyor diye yeniletmek için her halde kendisini paralamayacaktır.
Böylesi siyasetin doğasına aykırı; 5 yıl iktidarda kalma ve kendi politikalarını uygulama olanağını eline geçiren bir parti ya da ittifak, neden bundan vazgeçsin?
Erdoğan’a “alan da kaçan mı” diyeceklerine iddiaya girerim.
Öte yandan muhalefetin, parlamenter sisteme geçmek konusundaki ısrarı, her halde “seçimin ertesi günü bunu yapmak” üzerine değil.
Erdoğan’ın önce Fetullahçılar ile el ele vererek, daha sonra da MHP’ye sırtını dayayarak gerçekleştirdiği Anayasa değişikliklerinin idarede ve yargıda yol açtığı tahribatı giderecek yasal zemini hazırlamadan parlamenter sisteme dönmenin nasıl bir yararı olabilir?
Muhalefet ittifakının hedefi, Erdoğan rejiminin dayandığı Anayasal yetkileri kullanarak yürütme alanındaki bozulmaları düzeltmeye çalışırken, TBMM’de de parlamenter sisteme geçişin alt yapısını oluşturacak kanunları çıkarmak olmalıdır.
Yalap şap düzeltilmiş bir Anayasa ile parlamenter sisteme dönmeyi düşünmeyeceklerini ümit ediyorum.
Her kesimin içine sinecek yeni bir Anayasa ihtiyacı çok açık ve bu görüşlerin serbestçe ifade edilebildiği demokratik bir ortam sağlanmadan yapılamaz.
Bunu sağlamanın ilk adımı da bugünkü baskı rejimini tarihin çöp tenekesine atmak.
Muhalefete düşen tarihi sorumluluk öncelikle budur.
***
Geçen gün dizi ve film yayınlayan eğlence kanallarının dışında kalan tematik kanalların ne kadar izlendiği ile ilgili bir rapor gördüm.
27 Eylül günü tüm gün ve “prime time”da haber kanallarının zirvesinde Halk TV var.
Beklenen bir sonuç çünkü millet, yandaş kanallarda görevlendirilmiş ve her şeyden anladığını iddia eden tipleri izlemekten sıkıldı.
Aynı tipler, kanalları sırayla geziyorlar ve aynı görüşleri tekrarlayıp duruyorlar.
Erdoğan rejimi, bu yandaş medyayı yaratmak için çok çabaladı, dünyanın kamu kaynağını bu işte çarçur etti ama elde ettiği koca bir sıfır.
Zannediyorlar ki ne kadar çok kanalda Erdoğan propagandası yapılır, ne kadar çok kanalda muhalefetin sesi kısılırsa karlı çıkarlar.
Yanlış: İzlenmeyen kanallarda Reis’i istersen 24 saat konuştur, işe yaramaz.
“Her konuda olduğu gibi propaganda konusunda da aşırıya kaçmak ters teper.
Nitekim onca olanaksızlıklar ve baskılara, cezalara rağmen, muhalif kanallar yandaşların önünde. Durum yüzme jargonundaki gibi ifade edilecek olursa, “yandaşlar topuk suyunda boğuluyorlar”!
Bu listede dikkatimi çeken ise Diyanet TV’nin durumu oldu.
Diyanet İşleri bir yandan devlet bütçesinden birçok bakanlığın toplamından daha fazla pay alırken diğer taraftan da Diyanet Vakfı aracılığıyla milyarlarca lirayı kontrol ediyor.
Ve bu kurumun televizyonu Diyanet TV, 20 kanalın yer aldığı bu listede 18. sırada!
Geçebildiği iki kanal TRT Spor Yıldız ile TV 4.
TV 4’ü bilmiyorum ama TRT Spor Yıldız yeni bir kanal, yakında o da geçecektir Ali Erbaş’ın televizyonunu.
Diyanet TV, “tüm günde” haber kanallarının en az izlenenin bile yarısından az izleniyor. TRT Kürdi, TRT Müzik gibi kanallar bile ona fark atmış.
Öyle görünüyor ki imamlar bile Diyanet İşleri Başkanı’nın televizyonunu izlemiyor.
Diyanet, kaynaklarını israf etmekten vazgeçip, kendi işine dönse daha iyi olacak gibi görünüyor.
***
İçki ve sigaralarda kullanılan güvenlik bandrolleri 2020 yılına kadar Sicpa isimli bir yabancı şirket tarafından üretiliyordu.
Darphane ve Damga Matbaası bu işi neden kendisi yapmıyordu da bir yabancı şirketle çalışıyordu, bilemiyorum.
Bizim memlekette böyle işlere “üç harfliler” (iyi saatte olsunlar) karışır, onların da hikmetlerinden sual olunmaz.
Derken 2020 yılında Berat Albayrak’ın yakın arkadaşı olan Halil İbrahim Danışmaz, DNS isimli bir şirket kurmayı akıl etti!
Bu AKP’li çocuklar çok zeki oluyorlar Binali Bey’in çocuklarından da biliyorsunuz, bir sabah bir fikirle uyanıyorlar ve o fikir bir anda zenginleşmelerini sağlıyor.
Halil İbrahim Danışmaz da işte böyle bir fikirle bir sabah uyandı, DNS şirketini kurdu ve 3 ay sonra Darphane’nin bandrol ihalesini senelerin şirketi Sicpa’nın elinden kapıverdi.
Danışmaz o kadar şanslıydı ki ihalenin ardından devletin satın alacağı bandrollerin fiyatlarına yüzde 100 ile yüzde 400 arasında değişen zamlar da yapıldı. 120 milyon liralık iş, bir gecede 500 milyon liraya çıkıverdi.
“Üç harfliler” Halil İbrahim Kardeşimize, adeta Halil İbrahim bereketi getirmişti.
Bu hızla kamuoyuna açıklamalar yapıldı, Halil İbrahim Bey’in 2 milyon lira sermaye ile kurduğu şirketi 260 milyon liralık bir yatırıma hazırlanıyordu.
Fakat “üç harfliler” boş durmuyor, kader ağlarını örmeye devam ediyordu.
Halil İbrahim Bey’in şirketini kurmasından bir ay sonra bu kez CCN isimli bir şirket, DİAS isimli bir başka şirket kurdu.
CCN yabancımız değil, İbrahim Çeçen beyin şirketi, üçüncü köprü ve çevre yollarını filan yaptı, bazı şehir hastanelerini de işletiyor. Yurt dışında Rusya’da da dev köprüler, otoyollar yaptığını biliyorum.
Derken geçen gün öğrendik ki Halil İbrahim Bey, altın yumurtlayan tavuğu DİAS’a devretmiş.
Devrederken ne kadar aldı, bilmiyorum. Erdoğan Süzer’in Sözcü’deki haberinde bu ayrıntıyı bulamadım.
Gördüğünüz gibi işin içine “üç harfliler” girince her şey olabiliyor.
2 milyon liraya şirket kurduruyorlar, 120 milyon liraya yapılan işi sana 500 milyon liraya verdiriyorlar ve daha parayı harcayamadan işi başkasına devrettiriyorlar.
Gerçekten “iyi saatte olsunlar” diyorum, başka bir şey demiyorum!
Yalnız merak ettiğim bir şey var:
Bulgurcu Hoca Hayrettin Karaman’a sormak isterim: Bu işte kim Dimyat’a gitti, bulgur kime kaldı; bulguru alan içli köfte mi yaptı, meyhane pilavı mı?
“Üç harflilerin” gazabına uğramamak için İslam alimlerinin kitaplarında filan bunun bir açıklamasını bulabilmem mümkün olur mu?