Geçen gün bir "üfürükçü hoca" yakalandı.
Sorunlarını çözmek için kendisine başvuran kadınları soyup, vücutlarına Arapça bir şeyler yazıyormuş.
Bir videoda da bir kadınla cinsel ilişki kuruyor, sonra da kadının sağına soluna bir şeyler yazıyor.
Videoyu izledim, kadının şikayet eder bir hali de yoktu.
Zaten belli ki bu adamın üfürüğünün gücüne inanmış. Muhtemelen kendisiyle benzer sorunlar yaşayan diğer kadınlardan duyduğu bir işlemin tekrarında bir sakınca görmüyor.
Buna tecavüz diyebilir miyiz? Çok geniş bir yorumla evet, diyebiliriz.
Rızaya dayanıyor ancak kadının rızası cinsel ilişki ile ilgili değil.
Cinsel ilişki, üfürükçülük eyleminin bir parçası olarak sunuluyor çünkü.
Üfürükçü tutuklanmış. İnsanların dini değerlerini, inançlarını istismar ediyor, dolandırıyor diye!
Türkiye’de insanların dini değerlerinin ve inançlarının istismar edilmesinin suç olarak değerlendirilmesine çok ender rastlıyoruz.
Onun için bu konu ilgimi çekiyor.
Bilmiyorum sizler de izlediniz mi?
Fethullahçılardan sonra devleti ele geçirmeye çalışan bir tarikatın şeyhi ile ilgili bir video sosyal medya gruplarında dolaşıyor, ben de oradan izledim.
Beyaz giysili, ak sakallı bir adam, bir camın arkasında oturuyor, müritler ona camın arkasından bakıyorlar ve bu onları rahatlatıyor.
Onu görmüş olmanın faydasından yararlanıyorlar.
Fondaki ses de video çekilmesini ve yayılmasını istiyor ki şeyhin görüntüsünün yaratacağı kerametten herkes yararlansın.
Şimdi bu adam ile üfürükçü arasında bir fark var mı?
Sorunlarını çözmek için "üfletenler" ile şeyhi cam arkasından seyredip sorunlarını çözenlerin ortak noktaları aynı değil mi?
Isırdığı hurmayı ağzından çıkardıktan sonra "şifadır" diye müritlerine yediren bir şeyh ile üfürükçü arasında ne fark var?
Ayaklarını yıkadığı suyu mürtlerine içiren Şeyh konusuna hiç girmeyeyim, midem kalkıyor.
Ve bir derin nefes alıp düşünelim:
İslam dinine inanan sıradan insanlar, bu tür saçmalıklara nasıl olup da kendilerini kolayca kaptırabiliyorlar?
Yanıtı belli: Çünkü öyle inanıyorlar!
Bu saçmalıkların, kendilerine şifa ve huzur vereceğine, cennete gideceklerine inandırılmışlar.
Peki "inanç özgürlüğü" istediğin her türden saçmalığa da inanmayı kapsamıyor mu?
İnsanlara, "bir otoritenin onayladığı inançlara inanabilirsiniz ama onaylamadıklarına inanamazsınız" mı diyeceğiz?
Peki o otorite kim? Onun doğru söylediğini kim biliyor?
Yanmaz kefen satan hocaya bir şey demiyorsanız, üfürükçüye de kızmamalısınız.
"Bilmem hangi tarikatın şeyhi öldü" haberini duyunca Fatih Camii’ne koşarak giden politikacılar, bazı insanlarda keramet vehmedebiliyorlarsa, badelenmekte keramet bulanlara niye kızıyoruz?
Anayasa Mahkemesi’nin, kişisel özgürlüklerin kullanımını kısıtlayan uygulamalara karşı verdiği kararlar İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu çok sinirlendirmiş.
Niye oraya sinirleniyor, bilemedim.
Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlar, AİHM içtihatları ve AİHS ile uyumlu.
Bu uyumu zorunlu kılan ise TC Anayasası.
Süleyman Soylu yanlış adrese sinirleniyor, sinirlenmesi gereken Anayasa’dır ama gelin görün ki kendisinin meşruiyetini sağlayan şey de aynı Anayasa.
İçişleri Bakanı, belli ki sakalla bıyık arasında kalmış, yutkunup duruyor.
Soylu, dün bu konularda atıp tutarken, devletin kurumunun organize ettiği bir toplantıda konuştu.
Toplumsal Olaylarda Müzakere Kursu’nun katılımcılarına, Anayasa ve Anayasa Mahkemesi’ni şikayet etti.
Şimdi düşünün: Bakanı Anayasa’yı takmayan, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarından hoşnut olmayan devletin memuru ne yapar?
Soylu’nun konuşmasında şöyle bir bölüm var:
"Sevgili AYM Başkanı, size söylüyorum. Şehit cenazelerindeki 1 yaşındaki çocukların gözyaşlarını ben yaşıyorum. Anne ve babalarla biz konuşuyoruz. Canı yanan biziz. Onun için sözlerime alınabilirsiniz, alınmayabilirsiniz ama bunu söylemezsem bu dünyaya karşı da öbür dünyaya karşı da kendimi mesul hissediyorum."
Cümle düşüklüklerini, ifade yetersizliğini bir kenara bırakalım.
Bakan niye şikayet ediyor anlayamadım.
İçişleri Bakanı olarak elbette şehit yakınlarına hesabı siz vereceksiniz, görevinizin gereği bu.
Ve şunu sormak isterim: Vatandaşların bireysel hakları ile şehitlerin 1 yaşındaki çocuklarının acı yüklü gözyaşları arasında nasıl bir ilişki var?
Vatandaşlar, AİHS ve Anayasa’dan kaynaklanan haklarını kullandılar diye kimse şehit olmaz, merak etmesin.
Devletin ve memurlarının görevi de zaten bu hakların kullanılmasını gözetmek, kullananları korumaktır.
Sivil haklarını kullananlar da zaten kimseyi öldürmek için bunu yapmazlar.
Bakan öyle görünüyor ki demokratik hakların kullanılmasını terör eylemleri ile karıştırıyor.
Bence bu tür kurslara gidip konuşarak devlet memurlarının kafalarını karıştıracağına, kendisi oturup bir kurs almalı.
2016 yılında FETÖ’ye karşı düzenlenen operasyonda bağlantısı tespit edilen bir kaymakam, savcılığa "itirafçı" olarak ifade verince, görevine devam edebilmiş.
Bunu dün Tolga Şardan’ın T24’teki yazısından öğrendim.
Kaymakamın savcılığa verdiği ifadeden anlıyoruz ki sınavı kazanması, gizli örgüt ile ilişkisi nedeniyle mümkün olabilmiş.
Söz konusu kaymakamın kim olduğunun benim için önemi yok, onun için adını yazmayacağım.
Dikkatinizi çekmek istediğim husus şu ki 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yakayı ele vermemiş olsaydı, bu kaymakam acaba itirafçı olup, devlet kadrolarının nasıl Fethullahçı çete tarafından ele geçirildiğini anlatır mıydı?
Anlatmazdı çünkü yakalanana kadar keyfi yerindeydi!
Yakalanmamış olsaydı böyle itiraflarda bulunmayacaktı.
Yakalandıktan sonra itirafçı olmasının, bu örgütün bazı hücrelerinin çözülmesinde önemli bir rolü olabileceğini kabul ediyorum.
Ancak bu, o güne kadar bu örgütün bir parçası olması gerçeğini değiştirmiyor.
Örgütün sana sağladığı bütün olanaklardan huzur içinde yararlanacaksın, başkalarının sınavdaki haklarını çaldığını içine sindirerek görev yapacaksın, yakalanınca da itirafçı olup, paçayı kurtaracaksın.
Bu işte bir yanlışlık yok mu?
Kaymakamlık sınavını ve mülakatını örgüt üyesi olduğu için kazanmış bir insan, olay açığa çıktıktan sonra aynı görevde nasıl tutulabiliyor?
Türkiye’de bu hak diğer gizli örgüt üyelerine de tanınan avantajlar arasında mıdır?
Yakalandıktan sonra itirafçı olan başka terör örgütlerinin üyeleri de var ve onlar da hayatlarına normal olarak devam edebiliyorlar mı?
Bunun olmadığını biliyoruz.
Bu örgütler için itirafçı olmak, yakalanmadan önce yapılırsa işe yarıyor. Normal olanı bu çünkü.
"Sonradan itirafçı olmak" cezalarda indirim sağlıyor, o kadar.
Peki o zaman şunu mu düşünmeliyiz: Adalet sistemi, terör örgütlerinin üyeleri arasında böyle ayrımcılıkları hangi kanuna dayanarak yapıyorlar?
Devlet, "hoş görülebilir terör örgütü", "hoş görülemez terör örgütü" ayrımı mı yapıyor?