Pitbull cinsi iki köpeğin saldırısına uğrayan minicik Asiye’nin başına gelenler, toplumumuzun çok güçlü olan bir yönünü yeniden görmemizi sağlamalı.
Bu da “ifrat ile tefrit arasında kalmak” olarak açıklanabilir.
Herhangi bir konuda “ölçülü davranamamak” olarak tanımlayabiliriz.
Asiye’ye saldıranlar aslına bakarsanız o iki köpek değildi.
Köpek sahibi olan herkes bilir ki köpek, sahibinin bir sonucudur. Şımarıklığı da saldırganlığı da sevgi dolu olması da!
Cezalandırılması gereken de o iki köpeği, böyle yetiştiren sahipleridir.
Olayın ardından yaşadıklarımız ise ölçüyü bir kez daha kaçırdığımızı düşündürtüyor.
“İçi insan sevgisiyle dolu” AKP Genel Başkanı, toplumumuzu bir kez daha ayrıştırmak için bu fırsatı da kaçırmadı.
“İşte Asiye yavrumuzun başına gelenler. Beyaz Türkler, sahip çıkın hayvanlarınıza” dedi.
Buradan anlıyoruz ki bir de zenci Türkler var ve beyaz olanlar, zencileri köpeklerine mama yapmak istiyorlar, Reis de bunu önlemeye çalışıyor.
Kendisi aynı zamanda “bedel ödettirme uzmanı” ya, artık onlar kimlerse Beyaz Türklere seslendi: “Bedelini ödeyeceksiniz!”
Ne bedeli, kime ödenecek?
Bunların Reis için bir önemi yok. Bir günah keçisi yaratacak ve onu pataklayacak, derdi bu.
Bunca ayrılığımızın üstüne şimdi bir de bunu ekleyeceğiz. Köpek sevenler ve köpeklerden korkanlar!
Normal bir insan böyle bir ayrımcılık yapmaya utanır ama söz konusu Reis’in oy almasıysa, gerisi teferruattan ibaret.
Nitekim emri verdi, belediyeler köpekleri toplayıp, itlaf etmeye başladılar bile.
Ölçü bir kez daha kaçtı.
Sokak hayvanlarının sayısının 3 milyona yakın olduğu tahmin ediliyor.
Ancak belediyelerin sahip olduğu barınak sayısı 300.
Bunların da çoğu barınak değil, NAZİ kampı sayılır, hayvanları gaz odasına atmıyorlar ama ölüme terk ediyorlar.
Belediyeler topladıkları hayvanlara sağlıklı bir bakım ortamlı sunmak istemiyorlar.
Hayvan severler ise istiyorlar ki sokak hayvanları, sokakta yaşasın.
İnsanların toplu halde yaşadıkları yerlerde sokak hayvanlarının başıboş kalmasının yaratacağı sakıncalar da onların umurunda değil.
Ölçü bir kez daha kaçıyor.
“İfrat ve tefrit” derken bunu kastediyorum.
Bu ikisinin bir ortası var; bütün medeni memleketlerde olduğu gibi!
Belediyeler başıboş sokak hayvanlarını toplayacaklar, sağlıklı yaşam ortamı sunacaklar.
Belediyelere, medeni bir kent yaşamına ulaşmak için vergi ödüyoruz; aptal konserler, saçma şiir geceleri düzenlesinler, yandaş müteahhitlerle birlikte zengin olsunlar diye değil.
Hayvan severler belediyeleri ve barınakları düzenli denetleyecek, yanlış giden işleri düzelttirecekler.
Sevmek, sorumluluk almaktır, sokak hayvanlarının iyi şartlarda yaşamlarına devam edebilmeleri için üstlerine düşen sorumlulukları yerine getirecekler: Barınakları iyileştirmek için hayvan sevenlerin olanaklarını seferber edecekler, belediyeleri zorlayacaklar.
Sürüler halinde gezen ve çeteleşen köpeklerin, herkes için tehlike yaratabileceğini en iyi hayvan severlerin biliyor olması lazım.
Bu memlekette günün birinde her konuda bir “orta yol” olabileceğini düşünmeye başlayabilecek miyiz, gerçekten merak ediyorum.
***
Ermeni soykırımı tartışmasında Türkiye’nin tezi yıllardır konuyu tarihçilerin tartışması gerektiği.
Şimdi buna bir de “Cumhuriyet savcıları” eklenmiş gibi görünüyor.
HDP Merkez Yürütme Kurulu, geçtiğimiz 24 Nisan’da bir bildiri yayınlamış; benim dikkatimden kaçmıştı.
Bu bildiride “Ermeni soykırımı” ifadesi geçince Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı harekete geçmiş. HDP MYK üyelerinin tümü için TCK 301. Maddeden soruşturma izni isteyen bir fezleke şu anda Adalet Bakanlığı’nda.
İzin verilecektir buna eminim, HDP’yi kapatma davası sonuç almazsa belli ki buradan yürümek isteyecekler.
Savcılığın yazdığı fezleke ile ilgili haberleri okurken, Türkiye’de hukuk eğitiminin en başından başlayarak yeniden ele alınması gerektiğine bir kez daha ikna oldum.
Acaba bu fezlekeyi yazan savcılar, hangi hukuk fakültesinden, nasıl bir derece ile mezun oldular; bunu da merak ettim.
Fezlekeye göre “1948 yılından önce yaşanan acı olaylar için soykırım ifadesi kullanmak gerçek dışı” imiş. Fezlekede şöyle diyor:
“Soykırım, Birleşmiş Milletler 1948 Sözleşmesinde açıkça tanımlanmış bir suçtur. Bu nedenle 1948 yılından önceki herhangi bir tarihte yaşanmış hiçbir acı nedeniyle bir millete ve topluluğa karşı soykırım suçlaması yöneltilemez.”
Sözleşme bir tanım yapıyor; bu tanımın hangi olaya uyduğu ise bir başka süreç ile ilgili.
O süreç, ülkelerin kendi kanunlarıyla, uluslararası anlaşmalarla, uluslararası ceza mahkemesi kararlarıyla yürüyecek bir süreç.
Nitekim sözleşmenin 9. Maddesi bunun nasıl yapılabileceğini de anlatıyor:
“Bu Sözleşmenin tefsir, tatbik veya icrasına ve Jenosit fiilinin veyahut 3. maddede sayılan fiillerin herhangi biri dolayısıyla bir Devletin mesuliyetine dair Sözleşen Taraflar arasında zuhur eden ihtilâflar ilgili taraflardan birinin talebi üzerine Milletlerarası Adalet Divanına arz olunacaktır.”
Türkiye bu sözleşmeyi 23 Mart 1950 tarihinde onayladı.
Sözleşmenin öngördüğü soykırım ve insanlığa karşı suçlar ile ilgili cezaların Türk Ceza Kanunu’na girmesi ise 26 Eylül 2004 yılındaki değişiklikler sırasında gerçekleşti. Sözleşme’nin onayından 54 yıl sonra!
Savcı iddianamesinde Doğu Perinçek’in kazandığı davaya da dikkati çekiyor ve “24 Nisan 1915'te meydana gelen söz konusu olaylar hakkında ‘soykırım değildir’ şeklinde yapılan açıklamalar ifade özgürlüğü kapsamında yer almaktadır” diyor.
Evet doğru, soykırım yoktur demek ifade özgürlüğü ile ilgilidir. Tıpkı “vardır” demenin ifade özgürlüğü ile alakalı olması gibi.
Birbirine zıt iki fikirden birinin özgürlük konusu olması, diğerinin yasaklanması nasıl bir hukuk bilgisine işaret ediyor, siz karar verin.
Savcı, HDP MYK üyelerinin “devleti ve milleti aşağıladıkları için” cezalandırılmaları gerektiği kanısında.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere karşı işlenen suçlar nedeniyle, o tarihte daha kurulmamış T.C. nasıl aşağılanmış olabiliyor?
Savcı, soykırım ifadesinin “bir milleti küçük düşürdüğünü” iddia ediyor. Burada “bir millet” biz oluyoruz.
Sözleşmenin herhangi bir yerinde bu suçtan dolayı “bir milletin” suçlanabileceğine ilişkin bir ifade de yok.
Suç, suçu işleyen kişi ya da örgütleri bağlıyor.
Bu yazıyı, Ermeni soykırımı vardır yoktur, tartışması yapmak için yazmadım. Var demekle var olmuyor, yok diyerek de yok sayılmıyor.
Türkiye, tek adam rejimi altında siyaset yapmanın da yasaklandığı, siyasi faaliyetlerin dava konusu olabildiği bir ülke haline geldi.
HDP hakkında açılmak istenen bu dava da siyaset yapma özgürlüğüne, ifade özgürlüğüne karşı.
Anayasa’yı yok sayan, Siyasi Partiler Kanunu’nu yok sayan bir fezleke.
Diğer muhalefet partilerinin siyasi faaliyetlerine karşı açılmış davalar da sürüyor.
Erdoğan için önümüzdeki seçimi kazanmanın yolu, siyasi faaliyetleri tümüyle yasaklamak olarak mı belirlendi?