Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İdlib’de hayatını kaybeden askerlerimizi andı:
"Rabbim şehitlerimizi cennetiyle müşerref eylesin."
İçiniz rahatladı mı, şehitler, cennete alınarak şereflendirilecekler.
İdlib’de, bir bölümü Suriyeli bile olmayan cihatçı teröristler barınmaya devam edebilsinler diye genç yaşta ölen ve cennete alınmalarını ümit ettiğimiz şehitler için hâlâ yüreğiniz sızlıyorsa, şunu da okuyunuz, Cumhurbaşkanı söyledi çünkü:
"Rejim ciddi manada özellikle de İdlib’de misliyle belalarını buldular. Ama yetmez. Daha devam edecek."
Hâlâ içiniz rahatlamadıysa, şunu da okuyabilirsiniz:
"Bunlar bizim mehmedlerimize saldırdıkça bedelini çok ama çok ağır ödeyecekler."
Bu "ağır bedel" nedir, tahmin etmek zor değil, Suriye askerlerinin öldürdüğü askerlerimizin sayısından çok çok daha fazla Suriye askerini öldüreceğiz!
Türkiye Cumhuriyeti, 600 küsur yıllık bir imparatorluk geleneğinin üzerinde gelişen kurumlara sahip olmayan bir kabile devleti olsaydı, doğrusunu isterseniz bu sözlerle hepimizin yüreği soğurdu.
Ama öyle değiliz. TC, kabile devleti değil.
Medeni devletler, "kanı yerde kalmadı, bedelini ödedi, daha da ağırını ödeyecek" gibisinden intikam duygularıyla hareket etmezler.
Bir tek askerin hayatını kaybetmesi bile önemlidir ve karşı taraftan 100 asker öldürseniz de o bir askeri geri getiremezsiniz.
Suriye, eli kanlı bir diktatör tarafından yönetiliyor ve keşke o diktatör demokratik bir halk ayaklanmasıyla devrilip gitmiş olsaydı.
Ama Cumhurbaşkanı unutmasın ki "kardeşim" dediği, Saray’ında oturup ailecek çay kahve içtiği adam, o vakit de eli kanlı bir diktatördü.
Cumhurbaşkanı, Suriye’deki iç karışıklığı bir iç savaşa döndürmek üzere Suudi ve Katar diktatörleriyle kol kola yola çıktığında, Esad’ın kısa sürede devrilip gideceğini ümit ediyordu.
O vakit bunun bir hayalden ibaret olduğunu söylemiştik, dinlemedi.
Dinlememiş olmasının sonucu, bugün ülkemizde yaşamak zorunda kalan evinden barkından olmuş, yakınlarını kaybetmiş 4 milyon Suriyeli sığınmacılardır.
Artık o günler geride kaldı, seçip iş başına getirdiğimiz yöneticimizin bu hatasının bedelini bütün Türkiye olarak ödemek durumundayız.
Ama artık gözünü de biraz açmasını istemek durumundayız.
Suriye’de savaş bitmeli ki, ülkenin yeniden imarının yolu açılsın, sığınmacıların bir bölümü geri dönebilsin.
Farkındaysanız "hepsi" diyemiyorum, çünkü artık biliyoruz ki her şey yolunda gitse bile en az 2 milyona yakın Suriyeli bu ülkede kalmaya devam edecek.
Görmeli ki İdlib’de, bir bölümü Suriyeli bile olmayan cihatçı teröristler temizlenip, silahtan arındırılmadan bu savaş bitmeyecek.
Komşumuz kim olsun istiyoruz? Yarın sabah ellerine fırsat geçse bir bölümümüzün boğazını tereddütsüz kesecek El Kaide ve IŞİD artıkları mı, eli kanlı da olsa Suriye diktatörü mü?
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Suriye’deki YPG / PKK güçleri için 200 milyon dolara yakın bir yardımı bütçeledikten sonra, Türkiye’nin İdlib harekâtını desteklediğini açıkladı. Şöyle diyor:
"Dün İdlib’de hayatını kaybeden askerlerin ailelerine taziyelerimi sunuyorum. Esad rejimi ve Rusya’nın saldırıları durmalı. Bu saldırıya karşı atılacak adımları koordine etmek için Jim Jeffrey’i Ankara'ya yolladım. NATO müttefikimiz Türkiye'nin yanındayız."
Aynı ABD, YPG – PKK’ya karşı Suriye’de sınır güvenliğimizi sağlamak üzere başlatıldığı açıklanan harekatı durdurmaz isek ekonomimizi mahvedecekti, bilmiyorum hatırlıyor musunuz?
Acaba şimdi neden sırtımızı sıvazlıyor?
ABD, Türkiye’nin sınır güvenliği söz konusu iken NATO müttefikinin karşısında, İdlib’de Rusya ve Suriye ile savaş tehlikesi belirince, NATO müttefikinin yanında!
Sadece bunun için bile durup derin bir nefes alıp, iki kere düşünmek gerekir gibi geliyor bana!
Uyuşturucu kaçakçısı ve çok sayıda cinayetin zanlısı İranlı Zindaşti’nin serbest bırakılması üzerine HSK müfettişlerinin yaptığı soruşturma sonuçlandı.
Ortaya çıkıyor ki eski AKP Milletvekili ve AKP yöneticisi Prof. Dr. Burhan Kuzu, üç yargı mensubuna bu nedenle açıkça baskı yapmış.
Hatta bir keresinde hakimlerden birini "Cumhurbaşkanlığından arıyoruz" diye arattığı ve böylece talebin sanki Cumhurbaşkanı’ndan geliyormuş izlenimi yaratmaya çalıştığını da soruşturma sırasında verilen ifadelerden öğrendik.
Öğrenemediğimiz şey şu:
"Görülmekte olan bir davada gerçeğin ortaya çıkmasını önlemek için yargı görevini yapanı etkilemeye teşebbüs suçu", üç değişik yargı mensubuna karşı üç kere işlendiğine göre Kuzu hakkında savcılıklara suç duyurusunda bulunuldu mu, bulunulmadı mı?
HSK Müfettişlerinin sorgulamasında ortaya çıkan bu durumun vakit geçirmeden bir suç duyurusuna dönüştürülmesi gerekirdi.
Anladığımıza göre henüz böyle bir suç duyurusu yok, savcılıkların başlattığı bir işlem de yok.
Bu ülkenin kanunları, herkese eşit uygulanmıyor mu?
Bir uyuşturucu kaçakçısı ve katil zanlısını korumak için üç ayrı yargı görevlisine baskı yapan Burhan Kuzu’yu koruyan kimdir?
Adalet Bakanı ve HSK Başkan Vekilinden bu konuda bir açıklama bekliyorum.
Türkiye bir hukuk devleti midir, guguk devleti midir?
Türkiye bir guguk devleti ise, Adalet Bakanı dahil olmak üzere HSK yönetimine nasıl bir isim vermeliyiz?