Türkiye'de mafyanın "kayıtlı" 3 bin 211 askeri olduğunu biliyor muydunuz? "Bilmiyordum" diye üzülmenize gerek yok, ben de yeni öğrendim.
Ancak Emniyet Genel Müdürlüğü bunu biliyormuş.
Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi geçtiğimiz Mart ayında Antalya'da örgütlü suçlarla mücadele esaslarını belirlemek için bir üst düzey toplantı yapmış.
Hangi mafya şefinin, kaç askeri olduğu da bu toplantıya sunulan bir raporda yer alıyor. Daha ayrıntılı bilgi için Tolga Şardan'ın T24'te yayımlanan "Mafya Operasyonları ve Sedat Peker Dosyası" başlıklı yazısını okuyabilirsiniz.
Gazete yönetirken bu tür haberleri çok severdim.
Mesela bu haber bir tam sayfa info – grafiğe çok uygun.
Mafya şeflerinin fotoğrafları, her birinin kaçar askeri olduğu, faaliyet alanları, sorumluluk bölgeleri, birbirleriyle çapraz ilişkileri, kim kime dost, kim kime düşman, siyasi bağlantıları gibi ayrıntılarla fotoğraf gibi bir sayfa yapılabilirdi.
Günümüzde gazeteler arasında satış rekabeti kalmadığı için yayın yönetmenlerinin ilginç gazete yapma dertleri de yok tabii.
Neyse, konumuz, bu işin bizim mesleği ilgilendiren kısmı değil.
Mesele mafyanın, Emniyet'in bu kadar ayrıntılı bilgisine rağmen nasıl olup da memlekette cirit atabildiği sorusu.
Ve bu soru, Türkiye gibi ülkelerde her zaman ve her zaman siyaset ile ilgilidir!
Siyasi otoritenin izin verdiği mafya grupları güçlenir, diğerleri ezilir.
Tabii bunların ezilmesine üzülecek değiliz de siyasi hamiliğin bazı mafya gruplarını güçlendirmesinden kaynaklanacak tehlikelere dikkat çekmek istiyorum.
Geçenlerde Sedat Peker isimli bir mafya patronuna karşı polis büyük bir operasyon yaptı, evi basıldı filan.
Peker, hatırlarsınız çok yakın geçmişe kadar rejimin bekçilerinden biriydi.
Üniversite hocalarını "oluk oluk akıtacağı kendi kanlarında boğmakla, kanlarıyla duş almakla" tehdit eden Peker, o günlerde el üstünde tutuluyordu.
Sonra günün birinde Devlet Bahçeli, Alaattin Çakıcı'yı hatırladı.
Erdoğan'ı af çıkarmaya zorladı ve rejimin "en ziyade müsaadeye mazhar" suç örgütü yöneticiliği görevi, Çakıcı'ya geçti.
Çakıcı'nın hapisten çıkması ve iktidar ortağının zirvesiyle yakın ilişkisinin, Peker aleyhine gelişmeler doğurması bir sürpriz olmadı.
Belli ki mafya savaşları, artık siyaset düzleminde de sürecek ve hakim siyasi anlayış, kendi mafyasıyla yola devam edecek.
Bazı mafya gruplarının siyasetin koruması altında palazlanmasının karşılığı da elbette hem parasal olur hem de şiddete başvurma gereğini hisseden siyasi güç için vurucu güç ihtiyacını sağlar.
Gazeteci dövdürmekten tutun da, adam vurdurmaya kadar uzanacak bir işbirliğinin zemini böyle ilişkilerle oluşur.
Radikal'de Susurluk kazası ile ortaya çıkan ilişkiler ağını takip ederken böyle bir tabloyu ortaya koyabilmiştik.
Kandırılmaya son derece açık olan Erdoğan'ı bu vesileyle, eski tecrübeleri gözden geçirmeye davet etmek istiyorum.
Bu tür ilişkilerin derinleşmesinden zarar görecek olan çevrelerden biri de kuşku duymasın ki ülkenin meşru yönetimleri olur.
Ben Erdoğan'ın yerinde olsam, bu mafya raporunu okur, sonra da Süleyman Soylu'yu çağırır, bunların nasıl olup da hâlâ sokaklara hakim olabildiklerini sorardım.
Hatta zamanında Mesut Yılmaz'ın yaptığı gibi bir özel soruşturmacı bile tayin ederdim.
MİT Başkanı, böyle bir görev için uygun isim olur diye düşünüyorum.
Ancak Başkan'ın bu konuyla ilgili getireceği raporu, vaktiyle hazırladığı KPSS dosyası gibi sumen altına atmasın.
O gün o dosyanın gereğini yapmış olsaydı, ordu içindeki Fethullahçıları 15 Temmuz'dan çok çok önce sinek gibi avlaması mümkün olurdu, bunu aklında tutsun.
Siyasetin koruması altında palazlanan mafyanın, bazı "örtülü" operasyonlar için kullanıldığını biliyoruz.
Gazeteci dövdürmek, muhalif korkutmak, gerektiğinde vurdurmak için bunları kullanırlar.
Dün okuduğum bir haber:
Gazeteci Levent Gültekin'e saldıran ve parmaklarını kıran 25 kişilik çete üyelerinden yakalanabilen 2 kişi de mahkeme tarafından serbest bırakıldı.
İstanbul'un en büyük meydanlarından birinde bir gazeteci linç edilmek istendi ve sadece 2 kişi yakalanabildi!
Her tarafı kameralarla dolu bir meydanda oluyor bu.
Sadece iki kişinin yakalanabilmiş olması, bu suç örgütünün polis tarafından korunup – kollandığının kanıtıdır.
Polis isteseydi, o 25 kişinin 25'ini de yakalar, aralarındaki örgütsel ilişkiyi bulur, emri kimden aldıklarını da ortaya çıkarırdı.
Demek ki yukarıdaki yazıda sözünü ettiğim türden bir "siyaset – mafya ilişkisinin" örneği ile karşı karşıyayız.
Yakalanan 2 kişinin, ilk duruşmada serbest kalmaları da eksik soruşturmadan kaynaklanıyor.
Belli ki savcı beyler de örgütlü bir suçtan şüphelenmemişler.
Kendilerine, "Nasıl oluyor da 25 kişi bir araya gelip, bir gazeteciyi dövmek için bir meydanda saatlerce bekleyebiliyorlar" sorusunu sormayı akıl etmemişler.
Ya da akıllarına bu soru geldiyse de siyasete bulaşmaktan çekindiler, bilemiyorum.
Levent Gültekin'e saldıranların cezasız kalmasının doğuracağı sonuçların neler olabileceğini de 12 Eylül öncesi günlerden biliyoruz.
Tekrar yukarıdaki yazının sonuna geleceğim: Erdoğan, bu ülkenin meşru yöneticisi olarak bu işlerden en çok şüphe etmesi gereken insan olmalıdır.
Ciddi bir oyun tezgahlanıyor olabilir; bundan kuşkulansa hem kendisi için hem de memleket için daha hayırlı olur.
Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, "insan hakları eylem planı" ile ilgili olarak şunu söyledi:
"Tamam muhalefeti anlıyorum. Ama işte buradan söylüyorum, eğer eksik gördükleri bir şey varsa söylesinler. Hatta daha da ileri götürecekleri önerileri varsa onu da söylesinler. Birlikte karar verelim."
Adalet Bakanı'nın bu planın hazırlanması ve açıklanması için çaba gösterdiğini biliyoruz.
Onun için gazeteci Fatih Çekirge'ye söylediği bu sözleri de tebessümle karşılamıyorum, ciddiye alıyorum; Bakan bu konuda samimi olabilir.
İnsan Hakları Eylem Planı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 2 Mart 2021 günü kamuoyuna açıklandı.
30 Nisan 2021 günü de bununla ilgili genelge Resmi Gazete'de yayımlandı.
Genelgeden bir paragrafı aktarıyorum:
"Eylem Planı'nda detaylı bir mevzuat taramasıyla, hak ve özgürlükler alanını genişletici değişikliklerin yanında, kamu hizmetlerinin erişilebilir, hesap verilebilir, eşit, şeffaf ve adil bir şekilde sunulmasına ilişkin standartların yükseltilmesi hedeflenmektedir. Ayrıca uygulamadaki sorunların çözümüne yönelik üst düzey bir farkındalık ve daha güçlü bir insan hakları koruma sisteminin oluşturulması öngörülmektedir."
Ne kadar güzel, değil mi?
Aslına bakarsanız "detaylı mevzuat taramasına" ihtiyaç duymadan, bugünkü kanunlarımız, AİHM ve AYM kararları uygulansa, dertlerimizin önemli bölümü bitecek.
Sorun, eylem planındaki eksikliklerden ya da kanunlarımızın yetersizliğinden, mahkeme kararlarının açık olmamasından kaynaklanmıyor.
Sorunumuz rejimin böyle bir "niyet"inin olmaması!
Erdoğan yönetimi, böyle şeyleri konuşmayı seviyor ama uygulamaya niyeti de yok.
Sadece Eylem Planı'nın açıklanmasından sonra geçen 2 aylık süredeki hak ihlalleri ve muhalefeti ezmek için icat edilen davalar bile böyle bir niyetin olmadığını açıkça ortaya koyuyor.
Polis marifetiyle siyasi parti faaliyetlerinin engellenmesi, Gezi davasının Fethullahçı yöntemlerle bir torba davaya dönüştürülmesi, CHP yöneticilerine bir broşür nedeniyle açılan "FETÖ" davası, HDP'yi kapatma girişimi, bir milletvekilinin TBMM'den polis marifetiyle zorla çıkarılması, kadınlar günü kutlaması için toplanan kadınlara polis dayağı, hukuki dayanağı olmayan içki satışı yasağı, kötü muamele eden polisleri korumaya yönelik kayıt yasağı, yolsuzluğu açığa çıkan bakanın Yüce Divan yargılamasından kaçırılması...
Hangi birini sayayım?
Onun için Adalet Bakanı'nın, muhalefete çağrısı havada kalıyor, kusura bakmasın.
Sorun, rejimin insan hakları kavramından hazzetmiyor olması.
Sorun, rejimin böyle bir reform yapmaya niyetinin hiç olmaması!