Sonunda bunu da gördük: Bir Bakan, Instagram üzerinden istifa etti.
İstifası saatlerce ne yalanlandı, ne doğrulandı.
İktidar medyası da eli böğründe, ne yapacağını bilemez halde saatlerce bekledi.
Magazin alemini izlerken, sosyal medya ayrılıklarına alışmıştık. İlişkisi biten çiftler açıklamayı sosyal medyadan yapıyor, eski eşini de takipten çıkarıyordu.
Damat Bakan'ın bu tutumu, bu nedenle bende biraz "atar queen" çağrışımı da yaptı.
Yani bir nedenle sinirlendi, sosyal medyadan istifayı basıverdi.
Böylece AKP döneminde devletin tüm kurum ve kuralları gibi, istifa müessesesinin de yalama olduğuna tanık olduk.
Ancak yine de ne olur ne olmaz diye düşünerek, Damat Bakan'a "geçmiş olsun" dileklerimi ileteyim. Dilerim ki eşi ve çocuklarıyla, uzun, sağlıklı bir ömür yaşasın.
İstifa gerekçesini "inandırıcı" bulmuyor olmamın nedeni, Erdoğan rejiminin karakteri ile ilgili.
Bu tür otokrat rejimlerde, iktidardaki elitin bir parçası iseniz keyfinize göre çıkıp gidemezsiniz.
O çevreye girmek için gönüllü olabilirsiniz ancak o çevreden çıkma hakkı size ait değildir.
Böyle rejimler muhalefeti, ihtiyaç duyduğunda sertçe ezerek varlıklarını korurken, kendi içinden bir muhalefet çıkmasına elbette göz yummazlar.
Kayıtsız – şartsız itaat esastır ve otokratın size verdiğini siz ona iade edemezsiniz, gerekli görürse o verdiğini geri alır.
Çok kibarca yazdım galiba, daha açık söyleyeyim: İstifa edemezsiniz, görevden alınırsınız.
Görevden alma, otoriter rejimlerde iktidar eliti üzerinde davranış kontrolünü sağlayan en önemli araçlardan biridir.
Ve iktidarın kendi içinde birlik ve bütünlük göstermesi, rejimin geleceği açısından hayati önem taşır.
Recep Tayyip Erdoğan da tam olarak böyle otoriter bir lider.
Onun verdiğini siz elinizin tersiyle geri itemezsiniz; ancak canı isterse o verdiğini geri alır.
Çünkü Erdoğan, her vesileyle "muktedir" olduğunu göstermek zorunda.
Erdoğan'ın konumunda "zayıflık" sayılabilecek durumların ortaya çıkması söz konusu olamaz, buna müsaade edemez.
Muktedire baş kaldırıp "istifa eden bakan / bürokrat" görüntüsü, karizmayı çizer.
Kimse onun verdiği bir görevi kendi başına verdiği bir kararla terk edemez. Göreve o getirir, o götürür.
Onun iradesinin açıkça ortaya konmadığı her durumda, kendi başına hareket eden bürokrat görüntüsü hem kamuoyunda, hem de iktidar eliti içinde zafiyet olarak algılanır.
Otokrat buna izin veremez.
Nitekim son üç Merkez Bankası Başkanı'nın başından geçen hikâye tam olarak budur.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun istifa şovunu da unutmayalım.
MİT Müsteşarı (*) da Ahmet Davutoğlu'nun gazına gelip, milletvekili olmak istemiş ancak bu yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenlerle istifasını geri alıp, kendisine verilen makama tıpış tıpış geri dönmüştü.
Onun için Berat Albayrak'ın "sağlık gerekçeleriyle" istifası, görevden almaya uydurulmuş bir kılıftır.
Hem aile içindeki konumu nedeniyle, hem de Saray hükümetinin en önemli makamını işgal eden bir kişinin "bu işi başaramadı, görevden aldım" denilerek, uzaklaştırılamayacağı açık.
Albayrak'ın döviz fiyatlarını kontrol altına alamaması, hatta milletle alay eder gibi "ben dövize bakmıyorum bile" demesi, yaşanılan ekonomik krizi "psikolojik" diyerek hafife alması gibi nedenler, suyunun ısınmasında etken olmuş olmalı.
Buna Merkez Bankası'nın başına getirilen bürokrat ile temel konulardaki görüş farklılıklarını da eklemek gerek.
Öyle görünüyor ki Saray'da, Erdoğan'ın kararları üzerinde etkili olabilecek bir güç odağı daha oluşmuş.
Albayrak'ın "at izinin it izine karıştığına" dikkat çekmesi de böyle bir iç iktidar çekişmesinin varlığına işaret ediyor.
"Allah sonumuzu hayreylesin" duasını da not ediniz.
Belki hatırlarsınız Erdoğan'ı daha önce bu konuda uyarmıştım. (Bak oğlum, bunlar kötü amcalar – 10 Mart 2020, T24)
Otoriter – totaliter rejimler, iktidar elitinin kendi iç iktidar mücadelesinden korkmalıdırlar diye.
Damat'ın "sağlık sorunları" da bu iç iktidar mücadelesinden kaynaklanıyor olmalı.
(*) Farkındaysanız MİT Müsteşarı'nın adını yazmadım: "Gizli görevdeki personelin adını ifşa ettin" diyerek beni hapse tıkmalarını istemediğim için. Diyeceksiniz ki "adını herkes biliyor zaten"! Öyle bile olsa yazmam. Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç, Murat Ağırel, Ferhat Çelik, Aydın Keser, Müyesser Yıldız herkesin bildiğini yazdıkları için hapsi boylamadılar mı?
Yalancı, ırkçı, ahlaksız, aşağılık bir tipin ABD Başkanlığı seçimini kaybetmiş olmasına üzülenlerin birinci sırasında Amerikalı Evanjelistler geliyorsa, ikincilik de bileklerinin hakkıyla Türkiye'nin siyasal İslamcılarının oldu.
Birincilerin niye üzüldüklerini anlayabiliriz: Ellerindeki Beyaz Saray'ı kaybettiler.
İsa Mesih yeniden yeryüzüne inecek ve Yahudiler ile el ele veren Evanjelikler, dünyanın geri kalanını (Müslümanlar, Budistler, Katolik Hristiyanlar, vs. vs.) Armageddon adı verilen bir "kurtuluş savaşında" yenerek, İsa'nın dünyadaki egemenliğini tesis edecekler!
Kulağa çok saçma geliyor ama buna inanıyorlar.
İsrailli politikacılar kuşkusuz ki Evanjelistlerden daha akıllı oldukları için bu inancı olabildiğince kullanmayı da başardılar.
ABD büyükelçiliğinin Kudüs'e taşınması, Filistin topraklarından geriye kalanların da İsrailli yerleşimcilere açılması, Trump yönetiminin bastırmasıyla bazı Arap ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesi gibi gelişmelerin arkasında hep bu Evanjelist inanış var.
Suriye'nin kuzeyinde, ABD himayesinde bir Kürt devleti kurularak, Suriye ve Türkiye'nin, İsrail'e tehdit yaratma olasılıklarının sınırlandırılması da aynı inançtan kaynaklanan bir hesap.
Onun için eldeki önemli bir mevzii kaybetmek Evanjelistleri haliyle üzüyor.
Peki bizim siyasal İslamcılara ne oluyor? Onların derdi ne?
"Almanya yenildiği için 1. Dünya Savaşında yenik sayıldığımıza" inananlar gibi, "Trump kaybedince, Reis'in de kaybetmiş sayılacağını" zannettiklerini düşündürten bir tutum içindeler.
Yoksa Armageddon günü geldiğinde Trump'ın onların da elinden tutacağına mı inanıyorlar?
Türkiye – ABD ilişkileri, tarihin hiçbir döneminde bugünkü kadar kötü ve oynak bir zeminde cereyan etmedi.
Ve aslına bakarsanız Biden gibi öngörülebilir ve diplomasiye açık bir ABD Başkanı, diplomasi yollarını doğru kullanacak herkes için Trump'a göre daha çok tercih edilebilir olmalı.
Şurası çok açık ki Trump döneminde ABD – Türkiye sorunları ne ise, Biden döneminde de aynı olacak.
Erdoğan, "ahbap çavuş" zannettiği Trump ile sorunları çözmeyi başaramamış, bir de üzerine "mektup yiyip" sindirmek zorunda kalmıştı.
Biden döneminde de ABD'nin Türkiye'ye bakışı çok farklı olmayacak ve kuşkusuz ki Biden'in acil çözmek zorunda olduğu sorunlar arasında Türkiye de yok.
Onun için bizim siyasal İslamcıların "Trump aşkını" başka yerde aramak gerekiyor.
Popülist otokratların kaçınılmaz sonunu gördükleri için telaştalar.
Zannediyorlardı ki Trump seçimi kazanırsa, Dünya da tersine dönmeye devam eder.
Ancak, Dünya normal yörüngesinde dönüyor; otokrat parantezler de bu yüzden önünde sonunda birer birer kapanacak.
Başlıktaki bu sözü rahmetli anneannemden öğrenmiştim.
Laf olsun testi dolsun diye, boş boş konuşan insanların, önünde sonunda başlarını derde sokacakları ile ilgili bir atasözü bu.
AKP Genel Başkanı'nın da bu sözü kulağına küpe etmesinde yarar var.
Dün karşısında partililerini görünce yine coştu, diline hakim olamadı. Şöyle konuştu:
"Suriye'de, Libya'da biz var olduk şimdi de Azerbaycan'da biz var olduk, biz varız."
Azerbaycan – Ermenistan çatışmasında, Ermenistan'ın "kifayetsiz diktatörünün" tezi başından beri şu: Türkiye, savaşa müdahil oldu, yoksa Ermenistan, Azerbaycan'ı yenerdi!
Azerbaycan diktatörü de bunun tam tersini söylemek telaşında: Hayır, Türkiye savaşa müdahil değil.
Çünkü Azerbaycan otokratı biliyor ki Türkiye'nin müdahil olma görüntüsü, işlerini bozabilir. Rusya'yı sinirlendirebilir. Minsk Grubu'nda işleri zorlaştırabilir.
Ama Reis, dilini tutamıyor bir türlü.
Açıkça söylüyor ki, Azerbaycan – Ermenistan savaşında Türkiye de var.
Ve Azerbaycan'ın askeri başarısından kendisine de pay çıkarıyor: Zafere yakınız!
Erdoğan'ın bu sözlerini bir kenara yazın derim.
Yakında oluşacak ve başlıktaki atasözünü bize tekrar hatırlatacak gelişmeleri daha kolay anlayabilmek için!