Bizim memleketimizde, sokak kabadayılarının insanları tehdit ederken sıkça başvurdukları hareket "silah göstermek" olarak tanımlanır.
Tehdit suçunun "nitelikli" hale gelmesi de böylece mümkün olur.
Silahla tehdit suçunun gerçekleşmesi için, silahın mağdur tarafından görülmesi ya da tehdidin mağdur üzerindeki etkisini arttırabilmek için teşhir edilmesi gerekir.
Bu eylem, iki ile 5 yıl arasında değişecek hapis ile cezalandırılır.
Diyanet İşleri Başkanı’nın, elinde kılıç ile Ayasofya minberine tırmanması, bu tür bir tehdit suçu aslına bakarsanız.
Silah gösteriyor ve bu eylemin dinde bir yeri de yok.
İslam dininin tek kaynağı olan Kuran – ı Kerim’de geçmiyor, sahih bir hadis de yok.
Diyanet İşleri Başkanı’nın bu eyleminden sonra silahın sağ elde olmasıyla sol elde olması arasında farklar olduğu da söylendi. Sağ eldeyse düşmana tehdit, sol eldeyse dostlara güven veriyormuş.
Dostlara niye güven veriyor? Bu sorunun yanıtı, icabında sağ ele geçecek kılıçta aranmalı.
Yani kılıç güven vermek amacıyla da tutulsa, korkutmak amacıyla da tutulsa, aynı işlevi yerine getiriyor: Birilerini tehdit ediyor!
O halde Diyanet İşleri Başkanı, bu kılıcı niye ve kime gösterdi?
Gerçi kılıcı iki eliyle kavramıştı ama diyelim ki dedikleri gibi sol eliyle tutmuş ve dostlara güven telkin etmeyi amaçlamış olsun.
Dostlara güven vermek için elinde kılıç varsa, düşmanlar da tir tir titriyor demektir.
İyi de Diyanet İşleri Başkanı, kimin dost olduğuna, kimin düşman olduğuna karar verebilecek çapta bir memur mudur?
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi nedir?
Kuruluş Kanunu’na göre şöyle: "İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek."
Silahla, külahla bir ilgisi var mı bu görevin?
Düşmana korku, dosta güven verecek Anayasal kurumlarımız var ve ama aralarında Diyanet İşleri yok!
Yoksa, rejim bir yandan da kendi klerikal düzenini mi oluşturmaya çalışıyor?
Siz bakmayın "klerikalizm Hristiyanlığa özgüdür, Müslümanlıkta yoktur" diyenlere.
Son yıllardaki bütün gelişmeler Erdoğan rejiminin kendi klerikal düzenini de kurmakta olduğunu gösteriyor. (Klerikalizm: Dinsel kurumların ve din adamlarının, kendi alanları dışında, toplumsal konularda da söz ve nüfuz sahibi olmaları.)
"Diyanet temsilcisinin" olmadığı kaç kurum kaldı Türkiye’de?
Milli Eğitim’den tutun, pandemi nedeniyle kurulan "sosyal" bilim kuruluna kadar!
Diyanet İşleri Başkanı’nın bu kadar "görünür" olduğu bir başka dönem hatırlıyor musunuz?
Kim bilir, belki de Anayasa’daki laiklik kavramını yok edemeyecekleri için, rejime klerikal bir yama yaparak arkadan dolaşmaya çalışıyorlardır.
Anayasa Mahkemesi, Enis Berberoğlu’nun başvurusu hakkındaki kararını eylül ayına bıraktı.
Hatırlarsınız Berberoğlu, MİT TIR’ları ile ilgili haber gerekçesiyle ikinci kez milletvekili seçilmiş olmasına rağmen, yargılandı, mahkûm edildi ve Yargıtay da bu kararı onayladı.
Berberoğlu’nun durumu, Türkiye’de yargının hangi duruma düşürüldüğünün tipik bir örneğiydi.
Yargılanması sürerken, yeniden seçildiği için dokunulmazlık kazanmıştı ama yerel mahkeme ve Yargıtay, seçim sonucunu tanımadı!
Bununla ilgili bir hukuk tartışmasından söz etmeyeceğim çünkü bu konu son derece açık bir şekilde Anayasa Hukuku hocaları tarafından da değerlendirildi.
(Örneğin, Prof. Dr. Kemal Gözler’in "Yargıtay’ın Enis Berberoğlu Kararı hakkında Bir Açıklama" başlıklı yazısına buradan ulaşabilirsiniz.)
Şimdi sorun, Anayasa Mahkemesi’nin, bu konuyla ilgili kararını eylül ayına bırakmış olması.
Dosya ile ilgili olarak her süreç tamamlanmış. Raportör de açık bir hak ihlalini tespit etmiş.
Mahkemenin karar vermesi için her şey hazır ama karar vermiyor, erteliyor.
Niye?
Maaşlarını mı beğenmiyorlar, Enis Berberoğlu’nu mu sevmiyorlar?
Verecekleri kararın Reis’i kızdıracağından mı korkuyorlar?
Yoksa vermeye "ikna edildikleri" kararı vermek zorunda kalırlarsa, hukuk aleminin içinde yüzleri kızarmadan dolaşamayacaklarını bildikleri için mi kararı erteliyorlar?
Anayasa Mahkemesi Başkanı nedenini açıklarsa, elbette sizlere aktarırım.
Ancak şuna dikkatinizi çekmek isterim: Anayasa Mahkemesi, Erdoğan tarafından atanan son üyenin de katılmasından sonra verdiği bir kararında, AİHM kararlarının, yerel mahkemeleri bağlamayacağı gibi Anayasa’ya açıkça aykırı bir kararı verebildi.
Anayasa Mahkemesi üyeleri, bulundukları makamın vicdani ve hukuki anlamının tam olarak farkındalar mı acaba?
Gündemin yoğunluğu nedeniyle dikkatinizden kaçmış olabilir. Suriye’de genel seçim yapıldı.
Sonucu tahmin etmenize bile gerek yok: Esad’ın partisi BAAS, Suriye parlamentosunda en çok sandalyeyi kazanan parti oldu.
Şimdi Suriye’de "demokrasi kazandı" diyebilir misiniz?
Halkın yarısı zaten ülkede bile değil. Bir bölümü ülke içinde göçmen olmuş, oy kullanamıyor.
Oy kullanabilenlerin, oy verebilecekleri insanların seçime girmesine izin veren de Esad.
Demek ki neymiş, bir rejim, sırf seçim yapılabiliyor diye demokrat olmuyormuş.
Başka şeyler de gerekiyor: Seçimin serbest ve eşit şartlarda bir yarış olması, bağımsız yargının seçimin adil bir şekilde gerçekleştiğini denetleyebiliyor olması gibi şeyler.
Türkiye’deki son yerel seçimi düşünün şimdi.
Seçime girmesine izin verilmiş ama seçilmesine izin verilmemiş çok aday var.
Seçildikten sonra, bir idari kararla görevinden alınan belediye başkanı, meclis üyesi sayısı, sürüsüne bereket.
Seçim eşit şartlar altında gerçekleşmemiş, seçimi denetlemekle görevli kurum merkezi idarenin elindeki avantajları sınırsızca kullanmasına gözlerini kapatmış.
Kuşkusuz ki Suriye’de gerçekleşene göre, normal bir seçime daha çok benziyor ama "ağzımızı doldura doldura işte demokrasi de budur" diyebileceğimiz bir şey yaşadık diyebilir miyiz?