1 Nisan sabahından beri hep aynı soruyla muhatap oluyorum: Şimdi ne olacak? YSK ne yapacak?
Normal hukuk düzenine sahip bir ülkede, vatandaşların böyle soruları olur ise bunun yanıtını vermek kolaydır.
Çünkü hukuk öngörülebilir bir düzen kurulmasının anahtarıdır.
Dersiniz ki, “YSK daha önce şu şu seçimlerde, benzer bir durumda şöyle karar vermişti. Geçen zaman içinde Anayasa’da, kanunlarda vs. bu kararı etkileyecek bir değişiklik de olmadığı için eski kararından farklı davranmayacaktır!”
Ama gelin görün ki seçimin üzerinden iki haftadan fazla zaman geçti, ne seçim sonuçlanabildi, ne de YSK’nın nasıl bir karar verebileceğini tahmin edebiliyoruz.
Ve bir hukuk düzeni açısından daha da fecisi, aramızda sayısız kişi hükümetin bir emriyle, YSK’nın seçimi iptal edeceğine de inanıyor!
Düşünün, bağımsız olması gereken ve üyeleri yüksek yargıçlardan oluşan bir kurul var ve vatandaşların büyük bölümü bu kurulun hükümetin sözünden çıkmayacağına inanıyor.
Memleketin en bilge hukukçuları bile mütereddit.
Çünkü YSK dün ak dediğine, bir gerekçe göstermeden bugün kara diyebiliyor.
Milletvekili seçiminde sorun olmayan, adaylık ilan sırasında sorun olmayan “KHK’lı olmak”, seçimden sonra belediye başkanı olamayacağınız anlamına gelebiliyor çünkü.
Şu ilçede oyları yeniden saydırabilen bir durum, bu ilçede oyların yeniden sayılmasına yetmiyor.
Bu ülkenin iftihar edebileceği az sayıdaki şeyden biri de serbest seçim düzenimizdi.
Bağımsız yargıç gözetim ve denetiminde, seçime katılan siyasi partilerin süreçlere serbestçe katılabildikleri bir seçim düzenimiz vardı.
Öngörülebilirdi. İtirazlar nasıl yapılır, nasıl değerlendirilip, sonuçlandırılır, hepsi belliydi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok kurumunun üzerinden silindir gibi geçen AKP iktidarı, bunu da bozdu.
Yüksek yargıçları da kendisine alet ederek!
Sistemin bozulması kadar, buna da üzülmeliyiz.
***
Bugüne kadar kaç kez yazdım, sayısını bile unuttum ama onlar utanıp sıkılmıyorlarsa, ben yazmaktan neden sıkılayım?
Tekrarlıyorum: Kanunun çizdiği sınırların dışına çıkan polis, kamu güvenliğini sağlayan bir kurum değil, bildiğiniz şehir eşkıyasıdır.
Bazı Cumhurbaşkanlığı korumaları, bu kez de bir avukata işkence yaptılar.
Havuz medyasını akraba haline getiren düğün nedeniyle Çırağan Sarayı civarındaki yollar trafiğe kapatılmış.
Bu Ortaköy’den Beşiktaş’a, Beşiktaş’tan da Ortaköy istikametine olan yolun kapanması demek. Ve bu yolun kapanması iki yönde geriye doğru trafiğin şişmesi demek.
Bir avukat, polislere yolun niye kapalı olduğunu sormuş. Sen misin soran? Önce arabada dövmüşler, sonra Saray’da bir odaya tıkıp dövmüşler.
Bu Cumhurbaşkanlığı korumalarının ilk vukuatı değil. (Olaya karışmayan, kanunlara saygılı olan koruma görevlilerini tenzih ederim. Ama görüyorsunuz, bir tek bakterinin bir kova suyu kirletmesi gibi iki tane pislik, bütün kurumun itibarını sarsıyor.)
Yurt içinde, yurt dışında böyle olaylara isimleri çok karıştı.
Belli ki kendilerini her türlü kanunun, kuralın üstünde görüyorlar ve korudukları kişi de onları uyarma ihtiyacını hiç hissetmiyor.
Vatandaşları, kendisini korumakla görevli polisler tarafından dövülen bir Cumhurbaşkanı!
Bu cümle kulağımı tırmalıyor!
Çünkü böyle olunca hukukun egemen olduğu bir demokraside yaşamadığımız gözümüzün içine içine sokuluyor gibi.
Şimdi görün bakın neler olacak. Bir demokraside asla olmaması gereken ama bir otokratik rejimde kimsenin yadırgamayacağı şeylerle karşılaşacağız.
Rejimin özelliğini ortaya çıkaran bir tür turnusol kağıdıdır bu.
Avukat suç duyurusunda bulunacak. Eğer cesur bir savcı bulunursa, soruşturma için izin isteyecek. Böyle savcıya denk gelmezse zaten takipsizlik kararı oradan verilecek. Az sayıdaki cesur savcıdan biri bu izni istedi diye hemen izin vermeyecekler tabii.
Bunun üzerine idari yargı devreye sokulacak ki soruşturma izni verilsin.
Oradan da ne çıkacağı nasıl bir yargıç heyetine denk geldiği ile ilgili, hukuk ile ilgili değil.
Diyelim ki soruşturma izni çıktı, yargılamaya da geçilebildi, hâkim mümkün olan en az cezayı verip, onu da para cezasına çevirecek, cezanın açıklanmasını da erteleyecek.
Onurlu ve bağımsız Türk yargısının kararları arasında size böyle yüzlercesini bulabilirim, birini daha geçen gün yazdım.
Bu arada avukatı Cumhurbaşkanı’na hakaret etti diye kodese tıkmazlarsa, ona sevineceğiz.
Şimdi böyle bir rejimde, vatandaşların polis tarafından serbestçe dövülebildiği ve cezasız kaldığı bir rejimde yönetici olmak, gurur duyulacak bir şey midir?
Bu sorunun yanıtını hepimiz düşünelim.
***
Hasan Cemal dün yine İstanbul Adalet Sarayı’ndaydı.
Sabah erken saatte Adliye’nin kafeteryasından mesaj attığında telaşlandım: Yine sucuklu tost yiyecek ve kolestrolü yükselecek diye!
Bir süredir Adliye’den çıkmaz oldu. Savcı beylerin canı ne zaman sıkılsa onu çağırıyorlar.
Bu kez yıllar önce yayınlanmış bir yazısında terör örgütü propagandası yaptığı ileri sürülüyor.
Yazıyı buldum tabii, siz de bulabilirsiniz: 4 Aralık 2015 günü, T24’te yayınlanmış. “Silvan’dan: Bizi acılara, ölümlere o kadar alıştırdılar ki…” başlığını taşıyor.
Hendekler döneminin ardından gittiği Silvan’dan izlenimlerini aktarmış bu yazısında.
Bu yazının neresinde terör örgütü propagandası bulmuşlar, cidden merak ettim.
Hasan Cemal gibi silahı reddeden, sorunların barış içinde çözülmesini savunan bir gazetecinin terör örgütü propagandası nedeniyle yargılanmasını anlamak zor.
Üstelik bu yazıda sözlerini aktardığı üç kişi hakkında yazı yayınlandıktan sonra Silvan’da soruşturma açılmış ama mahkeme Diyarbakır’da beraat kararı da vermiş.
Bunu da geçelim, yazının yayın tarihi bakımından dava açma süresi de geçmiş.
Bu davalar belli ki iktidarın zorlaması ile açılıyor.
Davayı açan da, yargılamayı yürüten de biliyor ki bir yazı nedeniyle böyle bir suçtan mahkumiyet verilemez.
Verseler bile Yargıtay’dan, olmadı, Anayasa Mahkemesi’nden, olmadı AİHM’den bu karar geri döner.
Peki bunu bile bile niye yapıyorlar? Bir tek yanıtı var: Rejimin sahibi öyle istiyor da ondan!