Hatırlıyor musunuz, bilmiyorum. Üzerinden çok zaman geçmedi, topu topu iki hafta!
İki hafta önce son bağımsız Türk devleti ciddi bir beka sorunu yaşıyordu.
Hatay bile tehlikedeydi. Sadece Hatay da değil. Bayrak, ezan aklınıza gelen bütün kutsallarımız bir anda elimizden uçacak durumdaydı.
AKP Genel Başkanı, partililerini karşısına toplamış, şunu söylüyordu:
"Türkiye'nin Suriye’de yürüttüğü mücadelenin vatan topraklarımızı ve özgürlüğümüzü koruma, bayrağımızı ve ezanımızı yaşatma, geleceğimize sahip çıkma mücadelesi olduğunu bir kez daha teyit etmiş bulunuyoruz."
Şimdi öyle görünüyor ki böyle bir tehlike yok!
Cumhurbaşkanı da, Milli Savunma Bakanı da bu konuda ağızlarını açmıyorlar.
Esad’ın ordusu tarafından kuşatılan 6 gözlem noktamızdaki askerlerimizin etrafındaki kuşatma da aynen devam ediyor.
Ve öyle görünüyor ki 15 gün önceki tezimizden de tamamen vaz geçmiş durumdayız. Cumhurbaşkanı ne diyordu:
"Talebimiz, rejimin gözlem noktalarımızın gerisine çekilmesidir. Gereği neyse bu gözetleme, gözlem kulelerimizi bu defa kuşatmalardan öyle veya böyle bu ay sonuna kadar kurtarmanın planlaması içindeyiz."
Ve nihayet dün Moskova’da, Putin ile varılan anlaşma uyarınca yapılması planlanan askeri devriye de gerçekleştirildi.
Bildiğiniz gibi karayolunun kuzeyini Türkiye, güneyini ise Rusya cihatçı teröristlerden temizleyecek, ellerinden silahlarını alacak vs.
Bu grupların silahsızlandırılmasının çatışmasız olabilmesi mümkün görünmüyor.
Zaten onlar da Moskova mutabakatını tanımadıklarını açıkça söylüyorlar.
Peki şimdi askerlerimiz bir de bu cihatçı teröristler ile mi savaşmak zorunda kalacaklar?
Yoksa amacımız yine "şimdilik durumu idare etmek" mi?
Peki bu kez bu işi Rus ve Esad ordusu birlikte yapmaya karar verirse ne olacak?
"Köylü kurnazlığı" ile durumu ne kadar idare edebileceğiz?
Gördüğünüz gibi hesap hâlâ açık olarak ortada duruyor: 36 askerimizi, göz göre göre ölüme göndermeye değdi mi?
Askerlerimiz niye öldüler? Türkiye, askerlerimizin canları pahasına ne elde etti?
AB Komisyonu Başkanı, AB üyelerinden Yunanistan’daki göçmen kamplarında kalan çocuklar için yardım istedi.
Bunun üzerine Fransa, Portekiz, Lüksemburg, Finlandiya ve Almanya refakatçisi olmayan 14 yaşın altındaki çocukları sığınmacı olarak kabul edeceğini açıkladı.
Alman hükümetinin yaptığı açıklamaya göre, ilk etapta Yunan adalarındaki kamplarda bulunan ve refakatçisi olmayan 1500 çocuk kabul edilecek.
Öncelik, tedaviye ihtiyaç duyan çocuklar ile kız çocuklarında olacak.
İlk bakışta insan mutlu oluyor tabii. Anasız babasız ortada kalmış, küçük çocuklar bu "hayırsever" ülkelerde kendilerine bir gelecek bulacaklar diye!
Gerçekten öyle mi?
Bu kabulde açık bir ırkçılık kokusu var.
Bu, "sığınmacı alırım ama bunları asimile ederek, kendi kökenlerini unutturabileceğim çocuklar arasından seçerim" anlamına geliyor.
Kız çocuklarına pozitif ayrımcılık yapılıyormuş görüntüsü altında hedeflenen de bu.
Sığınmacı çocuklara kendi kökenlerini, dillerini, dinlerini unutturarak asimile etmek kusura bakmayın ama hiç de hayırsever bir tutum sayılmaz.
Kamplarda refakatçisi olmayan çocuklar varsa, onlara çoktan vasi tayin edilmiş olmalıydı.
Bu yasal vasiler seçilirken çocuğun yakın – uzak akrabaları araştırılmalı, onlar da yoksa kendine en yakın topluluk mensuplarından biri vasi seçilmeliydi.
Yasal vasilerinden koparılarak, bir başka ülke tarafından mülteci kabul edilecek çocuklar, aslında çalınmış çocuklar olarak değerlendirilmelidir.
Bunun yasa dışı çocuk ticaretinden bir farkının olmadığını söylemek isterim.
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, 2020 – 2021 öğretim yılından itibaren orta okul ve liselerde sınıf tekrarının yeniden başlayacağını söyledi.
Bakanın "sınıf tekrarının başlatılması" dediği şey, başarısız öğrencilerin aynı sınıfta bir yıl daha okumaları, kısacası sınıfta kalmak demek.
Bakan Selçuk’un bu açıklaması, İdlib savaşı gürültüsüne gitmişti.
Bakan bu kararın gerekçesini şöyle açıklamıştı:
"Dört işlemi bilmeden lise bitiriliyor. Eğitimde kalitenin daha da düşmemesi için bu sisteme son veriyoruz."
Sınıf tekrarı ilkokul dahil orta öğretim kurumlarından kaldırıldığında iktidarda "cehape zihniyeti" yoktu.
AKP iktidardaydı, 2012 yılıydı ve bu yaptıkları da "eğitimde büyük reform" havalarıyla bizlere sunulmuştu.
O günlerde de bu kararın eğitimde kalite düşmesine neden olacağı uyarıları yapılmıştı ama dinleyen kim?
Aradan geçen 8 yıldan sonra bu işten anlayanların haklı olduğu ortaya çıktı.
Peki bu sekiz yılda, uzmanlık küçümsenerek verilen kararlar nedeniyle doğru dürüst eğitim alamayan çocukların kaybettiklerini kim karşılayacak?