Türkiye, iç savaştan kaçan sığınmacılar için, sınırın Suriye tarafında, 5 kilometre içeride 50 bin konutluk bir kent kuruyormuş.
Fevzi Kızılkoyun ve Gökhan Koç'un Hürriyet'teki haberine göre inşaatın yüzde 80'i tamamlanmış.
300 bin sığınmacı yakında bu kentte yaşamaya başlayacakmış.
Hürriyet, bu kentin fotoğrafını niye öyle küçük yayınladı, tahmin edebiliriz. Çünkü dehşet verici bir fotoğraf, dağ taş bina dolmuş.
Kentte 50 bin konutun yanı sıra bir hastane, okullar, oyun parkları da yapılacak.
Elbette AKP için olmaz ise olmaz sayılması gereken bir çarşı – AVM de var!
Eminim şimdi hesap yapmaya başlamışsınızdır; Türkiye'de 3 milyon 700 bin kayıtlı Suriyeli sığınmacı var, 300 bini buraya gidecek, 3 milyon 400 bin kalacak diye!
Hayır, öyle değil.
Türkiye, 50 bin konutluk bu kenti, Suriye'de yaşayan Suriyeliler için yapıyor.
İdlib'in, cihatçı teröristler için bir başkente dönüşmesinden sonra rejim kuvvetlerinin saldırıları yoğunlaşınca kenti terk edip, çadır kentlerde yaşamaya başlayan Suriyeliler için yani.
Hatırlarsınız, 2019 yılının 5 Eylül'ünde Recep Tayyip Erdoğan, böyle bir sığınmacı kenti hayalini şöyle tarif etmişti:
"Güvenli Bölge'de Suriyelilere 250-300 metrekare evler yapsak, çevresinde de 100-150 metrekare bahçesi olsa. Orada ekip biçseler; hiç olmazsa bu insanlar hazır balık değil, balık tutmayı öğrenirler."
Bahçelerine de ikişer keçi koyabildiler mi, bilemiyorum.
Bunun için vergilerimizden ne kadar harcandı, elbette bunu Erdoğan iktidardan düşene kadar öğrenemeyeceğiz.
Çünkü Erdoğan rejiminin üç temel özelliğinden biri de Hazine'yi kendi şahsi cüzdanı zannetmesidir.
Kendi parasını harcar gibi rahatça harcıyor, hesabını da kimseye vermiyor.
Gerçi şimdi itiraz edenler de olur; "kendi parası olsa böyle harcamaz" diye. Sanırım haksız da olmazlar.
Bu inşaatları yapan müteahhitler, ne kadar kâr elde ettiler, bilemeyeceğiz.
Bu kentin güvenliğini hangi polis teşkilatı sağlayacak, hukuki sorunlarını hangi mahkemelerde çözecekler, okulların eğitim giderlerini kim karşılayacak, temel belediyecilik hizmetlerini hangi parayla, kim götürecek gibi soruları da boşuna sormayın.
Ağanın eli tutulmaz; Merkez Bankamızın eksiye düşen döviz rezervini artıya çevirmek için aldığımız borçlardan bir bölümünü de oraya harcarız artık.
Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan, Twitter'dan milletimizin yeni yılını kutlarken, gelecek ile ilgili pembe bir tablo da çizmeyi ihmal etmedi.
"Bu süreçten güçlenerek çıkacağız" dedi.
Ben de haliyle çok mutlu oldum: Hem yeni yılımı kutladığı için, hem de bu süreçten güçlenerek çıkacağımız için.
Lütfü Elvan, lütfedip, Türkiye'nin bunu nasıl gerçekleştireceğini de açıkladı:
"Salgın sonrası dönemde küresel ekonomide güçlü ve rekabetçi ülke olma kararlılığımızı sürdürüyoruz. Bu kapsamda makro ekonomik ve yapısal, reformları hızla hayata geçirerek, uluslararası normlara uygun, şeffaf ve öngörülebilir politikalarla bu süreçten güçlenerek çıkacağız."
Bu açıklamasını okuyunca Elvan Bey adına endişelendiğimi itiraf edeyim.
Reis'in duymaktan hiç hoşlanmayacağı bir konu varsa o da "şeffaf ve öngörülebilir" olmaktır çünkü.
Bir saray darbesiyle devrilen, "seçilmiş Başbakan" Ahmet Davutoğlu'nu da götüren bu olmuştu.
Hatta Reis'in "bu kafayla giderseniz çalışacak belediye başkanı bulamazsınız" dediğini bile hatırlıyorum.
Türk siyaset jargonuna "çalıyor ama çalışıyor" deyiminin, neden girdiğini ve yerleşip kaldığını hepimiz biliyoruz.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Lütfü Bey, bu koltukta daha uzun yıllar oturmak istiyorsanız, bu işlere burnunuzu sokmayınız.
Mesela, eminim ki Suriyelilere, Suriye'de yaptırdığımız ev, hastane, okul, AVM'lerin kaça mâl olduğunu siz bile öğrenemezsiniz.
Yanılıyorsam, öğrenip, bana da haber verin lütfen; şu kadar harcamışız diye!
Medyada görünür olabilmek için her türlü kılığa girebilen, her yolu deneyenlere genel bir tanım olarak "medya maymunu" diyoruz.
Bana bu kavramı biraz daha açıklamak için şimdi tek tek isim saydırmayı da düşünmeyeceğinizi ümit ediyorum.
Bu tiplerin ne meslekleri bellidir, ne yaptıkları, başardıkları bir işleri vardır. Ama yine de medyada yer alırlar, çünkü medyanın neyi sevdiğini bilir, ona uygun davranmaya gayret ederler.
Bu tanımda anlaştıysak, size bir soru sormak istiyorum: Normal olarak hemen herkes tarafından tanınan, afili sıfatları haiz kişiler, böyle bir işe niye girişirler?
Freudcu bir açıklaması mutlaka vardır ama şimdi hem bir general hem de İçişleri Bakanı söz konusu. Bu yüzden Freud'u işin içine karıştırmayacağım.
Yılbaşı günü İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Belbuka Kalekolu'nda askerlerle yemek yemiş.
Fotoğraftan görebildiğim kadarıyla dört yıldızlı bir general de var yemekte ki bu da normal. Bakan gelince, belli ki komutan da ona eşlik etmiş.
Ve bu arkadaşlar, kalekolda görev yapan askerlerle bir yer sofrasının etrafına yemek yemek için çökmüşler ve fotoğraf da çektirip, medyayla paylaşmışlar ki herkes de görsün!
"Tebrik ederim" mi desem, "afiyet olsun" mu, yoksa "bırakın bu ayakları" mı, bilemedim.
Bildiğim kadarıyla Türkiye'de yer sofrasında karavanaya kaşık sallayan bir askeri birlik yok.
Varsa da bu kadar parayı savunma bütçesine ayıran bir ülkenin, nasıl olup da kahraman evlatlarına düzgün bir masada yemek yemeyi layık görmediğini birisi açıklasa iyi olur.
Ne dersiniz, Hulusi Akar Bey, böyle bir birlik var mıdır?
Kalekol yapımı için zaten dünyanın parası harcandı, herhalde askerin oturup, rahatça yemek yiyeceği iki masa, dört sandalyeden de kısmadılar.
Belli ki Bakan kendisinin ne kadar "yerli ve milli olduğunu" bir kez daha gözlerimize sokmak için bu yer sofrası dümenini icat etmiş.
Hiç kullanamayacağı S-400 sistemi için 2 milyar 500 milyon dolar harcamış bir ülke burası.
Ve dağ başında, hayatını hiçe sayıp görev yapan askerler, yer sofrasında iki büklüm yemek yiyecekler, öyle mi?