Kaba bir kâğıda basılı davetiyenin üzerinde, “Odun kırma yarışmasına davetlisiniz” yazıyordu. Bir yeme-içme yazarı olarak havyar sunumuna, şampanya degüstasyonuna ya da konyak çeşitleri arasındaki farkları öğrenmeye davet edildiğim sıkça olurdu da, bir odun kırma yarışması davetiyle ilk kez karşılaşıyordum. “Beni bir spor ya da country dergisindeki meslekdaşımla karıştırmışlar herhalde” diye düşünüp davetiyeyi çöpe atacak iken, altındaki imza gözüme ilişiverdi. Yarışmayı düzenleyen, Amerika’nın en çok satılan viskisinin Türkiye ithalatçısıydı. Tesadüf, ithalatçıyla birkaç gün sonra karşılaştık. “Odun kırma yarışması nereden aklınıza geldi? Bununla viskinin ne alâkası var” diye soracak oldum. Cevabı ilginçti:
“Burbon viski Amerika’da kamyoncuların, oduncuların içkisidir. Amerikan taşrasının viskisidir burbon. Türkiye’ye de yeni geldiği için doğru tanınsın istedik…”
Ona Türkiye’de kaliteli ithal markaların sofistike bir yaşam tarzı sunduklarında başarılı olduğunu, hele viski gibi bir içkide kalite algısı olmazsa talep yaratamayacaklarını, bu yollarla içkiye maganda bir imaj vereceklerini söylemenin anlamı yoktu. Nitekim böyle tanıtılan viski bir türlü istenen satışları yakalayamadı, milyonlarca litrelik Türk viski pazarında marjinal bir ölçekte kaldı.
Amerikan viskisiyle ilgili bu anıyı hatırlamamın nedeni, zavallı içkinin son günlerde bir darbe daha yemesi… ABD’yle gerilen ilişkilerin ardından, Trump’ın Türk çeliği ve alüminyumuna koyduğu ekstra vergiye misilleme olarak birçok Amerikan ürününe de ek vergiler konması, bunların başını da yüzde 140’lık vergi artışıyla, Amerikan viskilerinin çekmesi… Kısacası, Amerikan viskisinin bu topraklardaki bitmeyen çilesi…
Burbon, her zaman bahtsız bir içkiydi
Sömürgeci İngilizlere karşı bağımsızlık kıvılcımlarının çakıldığı 1700’lerde, Kuzey Amerika’daki eyaletlerin baş içkisi rom ile biraydı. Özellikle güney eyaletlerinde şekerkamışı tarlalarında ezilmiş kamış şurubundan rom damıtılıyor, kentlerde ise kibar içki olarak bira yudumlanıyordu. Zaten ülkenin dört yanı Alman göçmenleriyle doluydu ve bunlar bira yapmadaki ustalıklarını Yeni Dünya’ya da taşımışlardı.
Amerika’yı viskiyle tanıştıran, papaz Elijah Craig oldu. Baptist kilisesinin rahibi, mısır ve çavdar cenneti Kentucky’de bu tahılların lapasından bir viski damıttı ve “burbon” 1789’da böyle doğdu. Viskiye burbon adının verilmesi ise Fransa Kralı XIV. Louis’in burbon hanedanı mensubu olmasından ötürüydü. Bağımsızlığını henüz kazanmamış Amerika’da, Kentucky eyaleti o yıllarda Fransız sömürgesiydi ve “bourbon county” (burbon bölgesi) olarak anılıyordu.
Romdan daha rahat içimli olan bu içki kısa sürede sevildi, benimsendi. Civar eyaletlere de yayıldı, özellikle Pensilvanya’da bolca üretilmeye başlandı. Ve burbon viski, ilk darbesini bu eyalette yedi…
Viski yüzünden çıkan halk ayaklanması
1791’ye gelindiğinde önüne gelen çiftliğinin ahırında veya evinin bodrumunda viski damıtıyordu. Kimi eşi dostuyla içiyor, çokları da fazlaca üretip etrafa satıyordu. İlk başkan George Washington’ın hükümeti bu viskiye sıkı bir vergi koymaya kalktı. Üç yıl süren itiraz ve mücadelelerin ardından sonuç alamayınca da, eyalete silahlı vergi tahsildarları gönderdi. Halk da buna ayaklanarak karşılık verdi.
500’ün üzerinde silahlı Pensilvanyalı’nın isyanı, dört eyaletten toplanan 13 bin kişilik bir orduyla bastırıldı. 4 kişi öldürüldü, 170 isyancı da hapse atıldı. Sonraki 6 yıl içinde, Pensilvanya ve Kentucky’de tam 175 damıtımcı lisans aldı ve vergi ödemeye başladı. Hükümet istediğini almıştı.
1800’ler, arpa maltından yapılan İskoç viskisinin aksine mısır ve çavdardan yapılan bu hafif tatlımsı-ekşimsi viskinin sakin yılları oldu. Ama 20. Yüzyıl yine darbelerle geldi…
Erik sulu alkoller, burbon diye satıldı
1919’da, yıllardır içki ve içkili “salon”lar aleyhine kampanya yürüten aşırı dinci kadınların lobisi başarılı oldu ve tüm ABD’de her türlü içkinin satışı yasaklandı. Damıtımevleri basıldı, fıçılar baltalarla parçalanıp viskiler kanalizasyonlara akıtıldı, şişeler duvarlarda patlatılarak kırıldı. Ve tam 14 yıl boyunca, içki yeraltına indi. Damıtımevleri düzgün üretim yapamayınca, el altından satılan viskinin kaynağı da belirsizleşmişti. Kentucky’nin kimi eski kulağıkesikleri mehtaplı gecelerde tepelere tırmanıp, imbiklerden kaçak viski çekiyorlardı. Ayışığı sayesinde ateş yakıp kendilerini ele verme riskine girmiyorlardı. Pek dinlenmeden satılan bu kaçak viskiye rastlarsanız, iyiydi. Ama bir de ünlü mafya babası Al Capone’un adamlarının, alkolü erik suyu ve karamelle boyayarak yaptıkları sahte viski vardı ki, içeni anasından doğduğuna pişman ediyordu. Tümü de “burbon” diye satılan bu içkiler, insanları burbondan soğuttu. 1933’te yasak kalkıp içki serbestleşince, piyasaya yeni giren ve temiz bir imajları olan İskoç viskileri, burbonu geri plana attılar.
Ardından İkinci Dünya Savaşı’nın kanlı yılları, derken soğuk savaş ve ABD’nin dünyanın yarısında bir nefret odağı olması, burbon viskinin sonraki talihsizlikleri oldu.
Aslında hiç de fena sayılmayan, İskoç viskileri kadar zengin lezzet nüanslarına sahip olmasa da rahat içilen ve buzla içime yakışan bu viski, en büyük atağını ise 1990’larda yaptı. “Small Batch” denilen, küçük parti üretilmiş, depoların en serin yerinde ağır ağır ve uzun yıllandırılmış seçme fıçılar şişelendi, İskoç single malt viskileriyle bile yarıştı. Amerika’nın halk içkisi, kristal şişelerde lüks barlarda, iyi restoranların içki arabalarında gözükür oldu. Tadı da daha güzelleşiyor, yeni butik damıtımcılar devreye giriyordu. Biz de Türkiye’de bunları yavaş yavaş keşfediyor, seçkin burbonlarla tanışıyorduk.
Ama bu kez de, talihsiz viskiye ticaret savaşları darbe vurdu… Önce Trump’ın AB ülkelerine koyduğu gümrük vergileri, misillemeler sırasında burbonun da vergisini yükseltti. Böylece zaten yeni yeni keşfedilen iyi burbonlar, tüm Avrupa’da aşırı pahalı hale geldi… Son darbe ise, Türkiye ile gerginlik oldu. Bizde de burbonun fiyatı arttı, benzer kalitedeki İskoç rakiplerinin üzerine çıktı.
Geçmiş olsun burbon… Tam seni anlamak, sevmek ve kadehlerimizde sana yer açmak üzereydik ki, liderlerinin hatalarının bedelini ödemek yine sana düştü. Ama bize de iyi bir ders verdin: Dünyanın en iyi ürünü bile üretilse, “markalaşma”nın birinci koşulunun ülke olarak sevilmek, sayılmak, “Made in ….” etiketiyle de insanlarda güzel duygular uyandırmak gerektiği dersini…