Bu biraz farklı bir yazı olacak. Çünkü yazasım yok. Gece yarısı maçı bir kez daha izlemeye başlamıştım. Yazı için notlarımı çıkarırken depremle karşılaştım sanal dünyada.
Depreme karşı bir hassasiyetim var. İki nedenden.
17 Ağustos 1999 Gölcük ve 12 Kasım 1999 Düzce depremlerinden sonra deprem sahalarında uzun aylar boyunca çalışmıştım. Bir mail grubu üzerinde bir araya gelen ve birbirlerini hiç tanımayan bir organizasyon üzerinden aylarca Adapazarı ve Kaynaşlı’ya İstanbul’dan yardım götürdük hafta sonları. Evsizler için ahşap barakalar yaptık. Her hafta seçtiğimiz alanlarda ihtiyaçları saptayıp, hafta içinde bunları tedarik eder, hafta sonları da dağıtırdık. Yaklaşık 10 ay sürdü bu faaliyetlerimiz.
Ağ-17 idi organizasyonumuzun adı, ağustos ayından ve network’ten (ağ) ilhamla. Burada başta Ezel Akay olmak tüm Ağ-17 organizasyonunun bence birer kahraman mertebesinde olan büyük ruhlu insanlarını saygıyla hatırlıyorum.
İlk neden bu.
İkincisine gelince. Bu biraz daha uzun bir öykü. 17 Ağustos 1999 depreminde İstanbul İstinye’deki evimdeydim. Gece yarısı kapıların ve pencerelerin zıngırdamasıyla uyanmıştım, bir de mutfaktaki oklavanın yere düşmesiyle. Karşımızda bir ilkokul vardı. Mahalle ahalisi oraya toplanmıştı. Ben evde kalmayı tercih ettim. Elektrikler kesilmişti. Bir daha uyumadım, bir çay demledim. Zira sabah saat altıda Yalova’ya gidecektim bir belgesel çekimi için.
Asım Zihnioğlu’yla ilgili bir belgesel yapma planımız vardı. Asım Zihnioğlu; 1940’larda Rize’nin her köyüne çay tarımını yayan ve Londra borsasında değer gören kaliteli çay üretmiş dönemin çay teşkilatının bir numaralı ismi. Bir idealist. 1999’da tam 96 yaşındaydı.
Zihnioğlu’yla 1997 yılında bir çay kitabı yazma sevdasına düştüğüm zaman tanışmıştım. Onun kaleme almış olduğu ve TÜBİTAK’tan çıkan Bir Yeşilin Peşinde başlıklı kitabı okumuş ve yazdığım kitabın önsözünü kaleme alması ricasıyla oğluna ulaşmıştım, naçizane yazdıklarımı da ekleyerek. Sağ olsun, isteğimi kırmadı. Bir müddet sonra el yazısıyla kaleme aldığı önsöz yazısı elime ulaştı.
Aradan birkaç ay geçti. Bir gün birisinin beni görmek istediğini söylediler. Danışmaya gittiğimde gördüm onu. Uzun boylu ve mavi gözlüydü. (Burada onun 96 yaşında otomobil kullandığını ve inanılmaz zinde olduğunu söylemeliyim.) Bana, “sizinle tanışmak istediğim için buraya geldim” dedi. Utanmıştım. Uzun uzun sohbet ettik. O gün bana söylediği şu sözü asla unutmadım: “Oğlum, Rize’de benim ayakkabımın topuğunun değmediği tek bir çay bahçesi yoktur.”
İşte 17 Ağustos 1999 sabahında, o dönemde bir çiftlikte yaşayan bu cumhuriyet aydınlanması idealistiyle ilgili bir belgesel yapmak üzere Yalova’ya gidecektik. Sabah erkenden, yönetmene gittim. Beraber koyulacaktık yola. Bana, depremin Yalova’yı vurduğunu ve gitmenin mümkün olmadığını söyledi. Büyük bir üzüntü duydum bundan.
Sonradan öğrendim. Yönetmen haklıydı. Benim İstanbul’da olduğunu sandığım ve bir sallayıp bittiğini düşündüğüm deprem meğer Adapazarı’ndan İstanbul’a kadar çok büyük bir coğrafyayı yerle bir etmiş.
Yalova’da yaşayan Asım Zihnioğlu’na 17 Ağustos 1999 depreminde bir şey olmadı. Aslında deprem Zihnioğlu’nun bilmediği bir şey de değildi. Zira 1930’larda çaycılığı öğrenmek için gittiği Hindistan’da da büyük bir deprem geçirmişti. Zihnioğlu depremden kurtuldu, ama hayatla ilişkisi deprem sonrasında birden bire azaldı. Çok kısa bir süre sonra da kaybettik onu. Belgeselini yapamadık, sadece vefatından sonra Hürriyet’e küçük bir ilan verebildik onun Türkiye çaycılığına yaptığı katkıyı aktarmaya çalışan.
Asım Zihnioğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Bi Tane Daha başlıklı şiirinde adı geçenlerden birisiydi:
(…)
Bir ilimiz var adı Rizedurup dururken bir bardak çay sundu bize.Rize’de çayı kim yetiştirdi Rize’de.Misisipi’ye karışan çayları öğretirler bize.Rize’de çayı kim buldu Rize’de.Kimdi o sessiz sedasızkumral kumral demlenen mübarek adamadını öğretmediler bize.İşte o güzel adamdan bre şahin amanBi tane daha.
(…)
17 Ağustos, Zihnioğlu gibi güzel insanlardan nicesini aramızdan aldı.
Deprem sonrasında hafta sonları alanda çalışırken depremzedelerin o zorlu koşullara karşı durmaya çalışarak büyük bir metanet ve sabırla yaşamaya çalıştıklarını görmüş ve bunun bu topraklara has bir tavır olduğunu düşünmüştüm. Örneğin o kadar çaresizlik ve kamu alanında görülen o kadar skandal Fransa’da yaşansa, yeni bir 1830, yeni bir 1848, yeni bir Paris Komünü, yeni bir 1968 olurdu.
Bizde olmadı.
17 Ağustos’un üzerinden koskoca 23 yıl geçti. 6 Şubat 2023’te de aynı şey. Organize olamayan devlet, çürük çarık binaların yapılmasına göz yuman kamu yönetimi ve bu nedenle ölen insanlar.
23 yıl önce depremzedelerin “nerede bu devlet” diye bağırmasının bir rasyoneli vardı, çünkü modern devletlerde bu olmazdı, olmamalıydı. Üzücü olan bugün bu rasyonel bile yok ortada.
Anlayacağınız üzere klasik bir maç yazısı yazmak istemedim. Elim varmadı. Affedin beni.