15 Temmuz gecesi yaşadığımız büyük şok sonrası siyaset kurumu çok hızlı bir şekilde devleti, özellikle güvenlik sektörünü yeniden dizayna yöneldi. Bu yeni dizaynın hızı ve kapsamına bakıldığında aslında yapılanın bir evrimden ziyade bir devrim olduğunu söylemek mümkün. Konu TSK gibi bir kurum ve yapılan onun hem motor indirmesi, hem de beynine yeni format atma olunca bir asker eskisi olarak, ve de naçizane TSK’da kurumsal dönüşüm konusunda doktorasını yapmış bir sivil olarak tartışmalara yapıcı katkı sunmak maksadıyla bu yazıyı (ve müteakiben birkaç yazı) kaleme almayı kendime vazife bildim.
Peş peşe gelen KHK’lar ile bir yandan FETÖ’cü olduğu kesinleşmiş veya bu konuda hakkında yüksek kanaat oluşmuş veya darbe gecesi sorumluluğunu yerine getirmediğine idari olarak hükmedilmiş rütbeli personel ihraç edilirken diğer yandan kuvvet komutanlıklarının MSB’ye bağlanması (sonrasında bir anayasa değişikliği ile Genelkurmay Başkanlığı'nın Cumhurbaşkanlığı'na koordinatör makam olarak bağlanması da gelebilir), askeri liselerin kapatılması, harp okullarının eğitime ara vererek TSK içindeki lisans ve yüksek lisans düzeyindeki eğitimi sağlamak için bir Milli Savunma Üniversitesi kurulması, kurmaylık sisteminin kademeli ilgası, sınıf subaylarına da terfi imkânı sağlayacak yeni bir rütbe tayin-terfi sistemine geçilmesi gibi askeri eğitim sistemini, TSK içindeki terfi-tayin sistemini, yönetici elitlerinin görev ve yetkilerini yeniden düzenleyen büyük bir kurumsal yeniden inşa sürecine girildi. Tempo yüksek ve kapsam geniş. Dedim ya aslında Türk sivil-asker ilişkileri literatürünün son 20 yıldır sürekli diline pelesenk olan sivilleşme bu devrimle yaşanıyor. Bakalım bu devrim niteliğindeki sivilleşme (gücün üniformalıdan sivil seçilmişe transferi) beraberinde sivil-asker ilişkilerinde bir demokratikleşme (gücün sivil seçilmişlerce yasamaya, siyasi muhalefete, medyaya, akademiye ve en önemlisi sivil topluma hakça bölünmesi) getirecek mi? Askerin sivil kontrolünden, sivil kontrole geçiyoruz ama acaba demokratik kontrole de geçebilecek miyiz? Yurt dışındaki siyaset bilimciler şimdi şöyle düşünüyor: Bakalım Türk sivil-asker ilişkilerindeki bu ‘devrimsel sivilleşme’ bir gönüllü (veya mecburi) demokratikleşmeye evrilecek mi? Onlar Türkiye’yi örnek olay olarak keyifle incelerken biz kritik bir dönemden geçen Türkiye denizaltısının içindekiler olarak bu sorunun cevabını yaşayarak hep beraber öğreneceğiz. Veya denizaltının burnu aşağıya dönerse belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Şimdilik burnun yukarıya döndüğünü görüyor ve umutlanıyorum. Hayırlısı.
Amacım bu yukarı yönelişe katkı. Türk sivil-asker ilişkileri hakkındaki akademik literatürümüz ‘NE yapılması’ ve ‘NİÇİN yapılması’ konusunda maşallah çok zengin. Ancak ne yazık ki gerek Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) akademiye mesafeli duruşu, gerekse askeri-güvenlik alanındaki sivil entellektüel kapasitenin eksikliği nedeniyle literatür ‘NASIL yapılmalı’ sorusuna cevap verebilecek zenginlikte değil. Sanırım Ankara bir ‘copy-paste’ için şimdi el yordamı ile bulduğu başta ABD ve gelişmiş batı ülkelerindeki sivil-asker ilişkileri modellerini inceliyor. Görebildiğim kadarıyla Ankara’daki sivil siyasi irade, Michael Desch’in ‘gücü böl-parçala-rekabet üret ve yönet’ yaklaşımı olarak özetlenebilecek ‘kuvvetler arası rekabet’ modelini hayata geçirmek istiyor. Önce Jandarma ve Sahil Güvenliği tam olarak İçişleri Bakanlığı'na bağlayan, sonra kuvvetlerin her birini bağımsız birer güvenlik aktörü olarak doğrudan seçilmiş sivil irade olan Milli Savunma Bakanı'na bağlayan Ankara en son bunlar arasında ‘yapıcı’ bir rekabet yaratarak bir güç dengesi oluşturmak istiyor. En sonunda da siyasi irade Genelkurmay Başkanlığı'nı zayıflatarak koordinatör-sembolik makam olarak bir anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlığı'na bağlama amacında.
İtiraf edelim: gerçekten de 15 Temmuz gecesi çok korktuk. Aslında dış tehditlere karşı bizi koruması gereken, zor zamanda bizi yaşatmak için gerekirse kendini feda etmesi için beslediğimiz bu vatanın evlatlarının bir kısmı meğer 'HAİN'miş. Silahlarını da bize yöneltebilecek cüretleri varmış. 15 Temmuz Peter Feaver’in tabiri ile aslında bir sivil-asker ilişkileri paradoksunu bize acı şekilde hatırlattı: Bir yandan orduyu güvenliğimiz için besliyoruz, donatıyoruz, ama diğer yandan da namlusunu bize yöneltmesinden korkuyoruz. Bu paradoksu nasıl, hangi kurumsal mekanizma ile aşarız?
Sivil siyasi irade ve halk bu konuda haklı ve son söz onlara ait. Desch’in ‘böl-parçala-rekabet üret ve yönet’ modelinin de dediği gibi, artık Genelkurmay Başkanlığı'nın bu gücü ‘profesyonelleşme’ ve objektif kontrol (ordunun kendi gücünün farkında olması ve kendi kendine oluşturduğu kurumsal mekanizmalarla bu gücü yönetmesi) ile iyi yönetemediği değerlendirilmiş. Şimdi sivil seçilmiş, gücü devlet içindeki sivillere dağıtıyor. Bununla da eli silahlılar arasında rekabetçi bir güvenlik piyasası oluşturup seçilmiş sivillerin eli silahlılar üzerinde sert bir sübjektif kontrol (ordunun elindeki gücün doğrudan siyasi irade ile kontrol edilmesi) tesis etmesini amaçlıyor. 15 Temmuz gecesi anlaşıldı ki ordu aslında tam olarak profesyonelleşememiş ve aslında Weber'ci tanımla devletin ‘şiddet kullanma tekeli olmasını sağlayan en sert yumruğu’ olan ordunun gücünün tamamını Genelkurmay Başkanlığı'na güvenerek emanet etmek hataymış. Gücün merkezi bir yaklaşımla ‘tekelleştiği’ Genelkurmay Başkanlığı'nın stratejik karar mekanizmalarına giren FETÖ virüsü o gece TSK’nın beynini yaklaşık on saatliğine ele geçirdi. Ve o gece TSK’nın içindeki FETÖ'cü hainlerin kritik karar mekanizmalarında yarattığı stratejik kaos, Genelkurmay’dan gelen her emre kayıtsız şartsız ‘iman eden’ ast birlikler ve ‘kanunsuz emri yerine getirmeme’ konusundaki eksiklik ile birleşince 15 Temmuz’u büyümeden önleyemedik.
Şimdi gücü dağıtıyoruz ve Milli Savunma Bakanı'nın bizzat kendisine her bir kuvvete doğrudan emir verme yetkisini getiriyoruz, askeri eğitime, terfi-tayin sistemine neşter atıyoruz. Ama diğer yandan ‘gücü böl-parçala, rekabet üret ve yönet’ yaklaşımının kuvvetler arasında yıkıcı bir rekabete dönmesini de istemiyoruz. Örneğin sivil güç yöneticisi TSK’da ‘müştereklik’ prensibinin ne demek olduğunu bilmiyorsa ve her bir kuvvetin bu prensipten ne anladığını tam tanımlayıp kuvvetler arası bir ahenk ve uyum yakalanamıyorsa yıkıcı rekabet başlar. Kuvvetler arası yıkıcı rekabet başlayınca da TSK için için çürümeye başlamış demektir.
Yine mesela TSK’ya sübjektif kontrolü sert bir şekilde tesis edeceğiz derken milletvekili ofisleri önünde terfi kulisi için bekleyen general flamalı resmi araçları görürsek de TSK’yı siyasallaştırdığımızın resmidir. O hâlde yeni dönemde TSK’yı objektif kontrol diyerek kendi başına bıraksak da problem, sübjektif kontrol diyerek aşırı siyasallaştırırsak da problem. Bu ikisinin arası acaba nasıl bulunacak?
Demiştim: TSK’nın motor indirdiği kritik günlerden geçiyoruz. TSK Cumhuriyet'in kuruluşundan beri beğenelim veya beğenmeyelim Türkiye’de toplumsal hafızamızı ve milli kimliğimizi şekillendiren en önemli aktörlerden biri oldu. Bu yazıda, amacım sırtımda bir ideolojik bagaj hissetmeden size provokatif birkaç soru sorup sonra TSK’nın yaşamakta olduğu yapısal dönüşümü daha yakından anlamanız ve takip edebilmeniz için bir rehber sunmak.
Ne yazık ki bazıları çok kızacak ama 15 Temmuz bize tartışmayı en varoluşsal (ontolojik) zeminden başlatmayı dayatıyor. Çünkü halk olarak çok korktuk. Onun için de tartışmanın kaynağına inme ihtiyacı var. Sivil toplum bu kaynağa inme işini yapmazsa 15 Temmuz sonrası doğru bir sivil-askeri ilişkileri modeli inşa edemeyiz. Sorum basit:15 Temmuz sonrası bir orduya ihtiyacımız var mı? Bu soruya kategorik bir ‘Evet’le karşılık vermek ve beni eleştirmek yerine biraz kafa yorun derim. Şu anda dünyadaki 200’e yakın devletin yaklaşık 180’inde bir ordu var. Ama Haiti, Kosta Rika, Panama, İzlanda gibi ülkelerin bildiğimiz anlamda bir ordusu yok. Belki de Türkiye’de dış tehditlere karşı bizi korusunlar diye silahlandırdığımız eli silahlıların namlularını bize çevirmesini engellemek için en iyi çözüm; güvenlik sektörünü özelleştirmek. Nasıl sağlık ve eğitim sektörünü özelleştirdiysek güvenliği de özelleştirerek ‘Yeni bir darbe olacak mı’ endişesinden kurtulabiliriz. 2015 yılı itibarı ile özel askeri şirketlerin yıllık cirosu 80 milyar doları buluyor. Eminim onlar bize seve seve güvenlik hizmeti satarlar.
Ama benden hatırlatması: Bir orduyu öldürmek üzerinde çok iyi düşünmemiz gereken bir karar. Çünkü örneğin Guatemala’da 2004’te Başkanı Oscar Berger’in, göreve gelmesinin akabinde Başkan Berger’in ilk icraatı orduyu yüksek harcamaları gerekçe göstererek yüzde 50 oranında küçültmek oldu. Ama ordunun küçültülmesi ile 4 sene içinde Guatemala, organize suç örgütleri ve sokak çetelerine teslim oldu. Ülke, 2008’in başlarında seçilen Başkan Alvaro Colom’un şiddete karşı koyabilme amacıyla aldığı orduyu üç katına çıkarma kararı ile çökmekten güç bela kurtuldu. Yine Rusya’nın Kuzey Buz Denizi'nde artan hareketliliği nedeniyle zor günler yaşayan Kanada 1970’lerin sonunda ‘ordusunu öldüren’ bir ülke. Kendisi ile Oxford’da tanışma fırsatı bulduğum meşhur Kanadalı askeri tarihçi Jack Granatstein’ın ‘Kanada Ordusunu Kim öldürdü? (Who Killed Canadian Army?)’ isimli başyapıtında tartıştığı gibi, Kanada Silahlı Kuvvetleri şu anda ‘savaşçı’ bir ordudan ziyade ‘küresel bir barış korumacı’ tipinde. Kanada ordusu hâlihazırda Kanada’yı dış tehditlere karşı savunmaz hâlde ve ülke güvenliği için ABD ordusunun desteğine muhtaç. Granatstein, şimdinin yakışıklı Kanada Başbakanı Justin Trudeau’nun babası, dönemin karizmatik başbakanı Pierre Trudeau’nun “sorumsuz tavrını” ve Kanada halkının “cehaletini” Kanada ordusunun ölümünün müsebbipleri olarak görür. Kanada son on yıldır bu ölüye yeniden can vermeye çalışıyor, ama çabaları çok da sonuç alıcı değil. Kanada örneği bize gösteriyor ki, bir ordunun fişi çekilince sonra onu tekrar canlandırıp eski seviyesine getirmek pek de kolay olmuyor.
Hâlâ ‘Evet bir orduya ihtiyacımız’ var diyorsanız- ki ben de böyle düşünüyorum, şimdi asıl kritik sorum geliyor ‘NİÇİN bir orduya ihtiyacımız var?’
Yazımın başında ‘ideolojik bagajlarımı’ yazıdan önce bıraktım demiştim. Bu nedenle size bir cevap vermek yerine, gelebilecek cevapları 4 ana kategori altında toplamak isterim. Bu soruyu sokaktaki vatandaşa sorsanız;
- Ordunun ‘fonksiyonel’ yanını vurgulayan cevaplar: Güçlü bir ordu bize lazım çünkü bizi dış tehditlerden (ve kimine göre ek olarak dini ve etnik motivasyonlu terör gibi iç tehditlerden) koruması lazım.
- Ordunun ‘sembolik-kültürel’ yanını vurgulayan cevaplar: Güçlü bir ordu bize lazım çünkü bir ‘asker-millet’ olarak tarihimiz, kültürümüz onunla yoğrulmuş. Türk’ün tarihi ordu tarihidir, ordu varsa devlet vardır. Diğer yandan bu ordu İslam’ın 2’nci koşusunun bayraktarı olmuş. Neden İslam’ın 3’ncü koşusunun da bayraktarı olmasın?
- Ordunun ‘sembolik-siyasal’ yanını vurgulayan cevaplar: Güçlü bir TSK bize lazım çünkü TSK Cumhuriyet'in laiklik, çağdaşlaşma, Atatürkçülük gibi kurucu değerleri ile demokrasimizin en büyük teminatıdır. Ordunun temsil ettiği değerler sistemi ve ‘fabrika ayarları’ bu toplum için bir kutup yıldızıdır.
- Ordunun ‘siyasi’ yanını vurgulayan cevaplar: Ordu mevcut siyasi irade için iyi bir ihraç malzemesi, iyi bir dış politika aracı ve başkanlık sistemine geçiş için iyi bir enstrüman olabilir. O nedenle siyasetin hizmetinde bir ordu çok işe yarar.
Şimdi yukarıda birbirleri ile çakışan bu 4 kategoride ivedilikle toplumsal bir uzlaşma sağlamamız gerekiyor. Yoksa TSK’nın uluslararası caydırıcılığını önemseyenle, hâlâ İstanbul Vatan Caddesi'nde ‘Okçular tepesini’ bekleyen, kendini ‘Mustafa Kemal’in son askeri’ hissedenle, 15 Temmuz sonrası Genelkurmay’dan Ankara’nın diğer kurumlarına transfer olan ‘gücü’ nasıl kullanacağına kafa yoranların hepsinin uzlaşacağı bir ‘varoluşsal meşruiyet’ ortaya çıkmaz.
Ben olsaydım askeri reformlara ‘Askerlik Yemini’ ile başlardım. Çünkü bir önceki yazımda da belirtmiştim, ‘askerliğin namusu’ nedir? Biz askeri ne için besliyoruz? Ne/kim/hangi ideal için ölmesini bekliyoruz? Sanırım 15 Temmuz sonrası doğrudan asker kültürünün temel hususları olan bu konularda da bir gözden geçirme şart? Bu gözden geçirme sonrasında kurulması amaçlanan Ulusal Savunma Üniversitesi'nin müfredatı şekillenir. İleride Ulusal Savunma Üniversitesi'nin kendisi değil, müfredatı bir darbe ihtimalini sıfırlar.
Şayet ‘Bir ordumuz olmalı’ diyorsanız ‘niçin’ olması gerektiği konusunda da toplumsal fikir birliğine varmak gerektiğini lütfen hatırlayın. Bunun için de aşağıdaki sorulara biraz kafa yorun derim:
- TSK'da darbeci zihniyeti ordunun daha da askerleşmesi (profesyonelleşmesi-toplumdan uzaklaşması) mi, yoksa daha da sivilleşmesi (toplumla bütünleşmesi) mi yok eder?
- TSK öncelikle laikliğin mi, milletin çoğunluğunun siyasi iradesinin mi, yoksa katılımcı çoğulcu demokrasinin mi koruyucusu olmalıdır?
- TSK, İslam'ın ordusu mu, dindar bir ordu mu, dine saygılı ama pasif laik bir ordu mu, dine mesafeli sert laik bir ordu mu, yoksa ‘dinden tamamen özgürleşmiş’ bir ordu mu olmalıdır?
- Şu anda Kendini 'Mustafa Kemal'in son askeri' hisseden ile 'Okçular tepesini terk etmeyenlerin' KALP+BEYİN SENKRONİZASYONU nasıl sağlanır? TSK nasıl ve hangi tür bir toplumsal meşruiyetten beslenir?
- TSK, yüzü Batı'ya dönük, batı güvenlik sisteminin bir parçası olan bir ordu mu, yoksa daha bağlantısız, hatta yüzü doğuya dönük Avrasyacı bir ordu mu olmalıdır? Sizce NATO TSK için pranga mıdır, yoksa çapa mı?
- Örneğin ordunun ve toplumun NATO algısı farklı ise ordu mu topluma, toplum mu orduya benzeşmeli? Siyaset bunu hangi mekanizmalarla yapabilir?
- 'Yerli ve milli' ordumuz olacak kabul. Ama 'Yerli ve milli'nin içini nasıl bir ideolojik paketle dolduracağız? Biz toplum olarak askerden ne, kim veya hangi ideal için ölmesini isteyeceğiz?
- Ordu ile millet arasındaki '-' nin boyu sizce 15 Temmuz sonrası dönemde artıyor mu, azalıyor mu? Bu sizce bilimsel olarak nasıl ölçülür ve nasıl yönetilir?
Eminim bir kısmınız bu soruya ‘Ordunun nasılı mı olur?’ diye gülüyor. Ama evet dünyada farklı farklı tiplerde ordular var.
Nasıl bir ordu tipine ihtiyaç duyduğumuzu iyi tayin edemezsek, yani bir ordunun makro rolünü iyi belirleyemezsek, kaynaklar yanlış kullanılabilir, askeri liderlik kötüleşebilir ve en önemlisi uzun vadede görev başarısı elde edilemez hâle gelebilir ve tüm bunlar potansiyel olarak kötü işleyen bir sivil-askeri ilişkilerine yol açabilir. Makro roller orduları hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde bir “marka” hâline getirir.
Burada unutulmaması gereken nokta bir ordunun bu makro rollerden birini seçtikten sonra bir daha karar değiştirip bir diğerine geçmesinin çok da kolay olmamasıdır. Örneğin Meksika, 2000’lerin başlarından itibaren ülkedeki uyuşturucu kartellerinin arasındaki rekabetten kaynaklanan kötüleşen bir iç güvenlik ortamına maruz kalmıştı. Meksika bu tehditle başa çıkabilmek için ordusunu iç güvenliğe ve organize suç örgütleri ile mücadeleye yönlendirdi. Savunma ordusunun makro rolünü bırakıp polis ordusuna dönüşümü ülkeye ekonomik ve siyasal büyük bedeller ödetmiş ve sivil-asker ilişkileri krizlerine (yırtılmalarına) yol açmıştı. Yine, 2008’de Rusya tarafından saldırıya uğrayan Gürcistan ordusunun geleneksel olarak “barış gücü” kategorisine giren makro rolünü ABD’nin de yardımıyla “savunma ordusu” olarak değiştirmeye çalışmakta. 8 yıldır devam eden bu dönüşüm çabasının başarıldığını söylemek zor. Ek olarak, Doğu Asya’da yükselen Çin tehdidiyle on yıllarca süren ‘savunma ordusu’ tipindeki Japonya’nın ‘bölgesel savaşçı’ olmak için uzun-menzil uçak filolarının sayısını yükseltmek, taarruzi ve savunma balistik füze kabiliyetlerini güçlendirmek, deniz gücünü arttırmak gibi büyük ve pahalı bir dönüşüm sürecine girdiğini gözlüyoruz. Ama Japonya bile bu dönüşümde zorlanıyor.
Dünyadaki örnekleri incelendiğinde bu sorunun cevabı ‘yasama’ (ya meclis ya da kongre) olarak karşımıza çıkmakta. Yasama bir kez toplumun ne tür bir ordu istediğine karar verdikten sonra bunu yürütmenin dış politika tercihleri, dış tehdit algılamaları ve milli güvenlik siyaseti ile uyumlulaştırma görevini yerine getirmelidir. Bir ordunun hem ülke içinde, hem de uluslararası alanda markalaşması anlamına gelen ‘makro rolüne’ bürünmesi konusundaki yasal zemini oluşturan ve bütçeyi yapan yasamadan sonra, yürütme orduyu nasıl kullanacağına karar verir.
Ordunun doğru kullanılıp kullanılmadığı hem yerindelik (yasamanın ve sivil toplumun yürütmenin eylemlerinin yerinde olup olmadığına, kamu yararına uygun olup olmadığına karar vermesi) hem de uygunluk (sağlanan para, insan gücü, zaman gibi kaynakların az girdi-çok çıktı prensibi ile harcanıp harcanmadığı) denetimine açık olmalıdır.
Askeri-güvenlik konusunda sivil toplumun yerindelik denetimi yapabilmesi için bu alanda kaliteli bir entelektüel sermaye ile bunu kullanabilecek sivil-asker entegrasyonunu sağlamış düşünce değirmenleri gerekiyor. Bu nedenle asker reformu demek aynı zamanda sivil toplumda da asker-sivil entegrasyonunu sağlamak üzere düşünce reformu demektir. Umarım Ankara sivil toplumla askerin birbirine dokunabileceği, etkileşimin yaşanabileceği entelektüel sinir uçlarının inşasına da kafa yoruyordur.
Şimdilik yazımızı burada keselim... Sonraki yazılarda konuya devam... Bir kusurumuz varsa ve had aştı isek affola, zira özellikle şu dönemde sussak gönül razı değil...