Ozanköy
Salonda, sallanan koltuğa oturmuş müzik dinliyorum.
Benim burada olduğumun farkında olmayan serçeler ötüşerek dutun dallarında oynaşıyor. Ağacın gövdesinde başı yukarıya kalkık bir kertenkele var.
İçimde bir ses beni dürtüyor: "Başka bir yerde ol, başka bir şey yap."
Herhangi bir yerde olmak zorunda değilim. İstediğim yerde olabilirim. İstediğimi yapabilirim, diyorum.
"Buradan başka bir yerde ol, bu yaptığından başka bir şey yap" diye ısrar ediyor ses, bir öneride bulunmadan.
Bir öneride bulunmuyor, çünkü yüzmeye veya dağda yürüyüşe gitsem burun kıvırıp beni gene arkamdan itecek: "Burada olma, bunu yapma, başka bir yerde ol, başka bir şey yap."
Yaptığım hiçbir şeyin keyfini çıkarmamı istemiyor bu sesin sahibi. Ben yani. Kendimi arkadan iten benim.
Mutfak kapısına yakın bir yerlerde leş kokusu var. Bir fare veya kuş veya yılan ölüsü olmalı. İçeride mi, dışarıda mı belli değil. Dolapları açıp kokluyorum. Çamaşır makinesinin, bulaşık makinesinin arkasına bakıyorum. Sandığın altına bakıyorum. Yok. Dışarıya çıkıyorum. Mutfak penceresinin altındaki menekşelere bakıyorum. Yok. Ama koku var.
Su esrarengiz bir şeydir. Deniz suyundaki tuz oranı milyonlarca yıldır değişmedi. Okyanuslardaki ortalama tuzluluk yüzde 3.5'tir. Yani her litre deniz suyunda 35 gram tuz var.
Dalgalar hangi yönden gelirse gelsin karaya hiçbir zaman yanlamasına vurmaz, hep karşıdan vurur.
Dalgaların taş yontmadaki maharetleri en usta heykeltıraşlarda yoktur.
Bu boş koy boydan boya çakıl taşlarıyla kaplı. En büyük çakıl taşları -bazıları o kadar büyük ki, kaya diyebiliriz- koyun batısında. Doğuya yaklaştıkça ufalıyorlar. En uçta pirinç taneleri kadar, hatta daha ufak. Burası dalgalara daha açık olduğu için taşlar onlara yuvarlaklıklarını veren hareketi daha sık yaşıyorlar.
Dalgalar çakılları döndüre döndüre geri çekiyor, sonra çevire çevire kıyıya itiyor. Birbirlerine değiyorlar. Kumların içinde çevriliyorlar. Sivri uçlarını kaybedip yuvarlaklaşıyorlar.
Yuvarlak, güzel bir çakıl olmak için kaç yıl, kaç defa döndürülmek lazım? Belki de yüzlerce yıl alan bir süreç bu.
Ama dalgalar durmuyor. Kayalar taş, taşlar kum oluncaya, kumlar birbirine sürtüne sürtüne gözle görülmeyecek kadar ufalıncaya dek devam ediyor.
Ufalmak kaybolmak değil, ama. Nasıl atomlar birleşip çakılı meydana getirdiyse çakıl aşına aşına özüne dönecek ama kaybolmayacak. Çünkü var olan bir şey yok olmaz.
Canlı cansız her şeyin içinde olduğu bu süreç sonsuza kadar tekrarlanacak.
Yere bakarak yürüyorum. Siyahtan, uçuk kakao köpüğüne değişik renklerde çakıllar var. Hiçbiri tıpatıp değil. Hepsi birbirinden farklı. Aralarında en mükemmelini arıyorum. En simetrik, pürüzsüz, en yuvarlak, şekil olarak en saf olanını. Tam daire çizen, yuvarlak, tam disk veya tam yumurta şeklinde.
Ama bulamıyorum. Çünkü "en" yok.
Tamam. Tamam. Gidiyorum. Başka bir yerde olacağım. Başka bir şey yapacağım.