Doğaya olan merakı çocukluğunda başlamıştı.
O yıllarda İskenderun Demir Çelik Fabrikası’nın yüksek fırını daha yoktu. Amik Gölü kurutulmamıştı. Petrol boru hatları döşenmemişti. Otoyollar yapılmamış, deniz kirletilmemiş, dünya kalabalıklaşmamıştı.
Annesi, “Hadi kızım, dersini bitirdin, git arkadaşlarınla oyna,” dediğinde bahçeye çıkar, diğer çocuklar sokakta eğlenirken kertenkeleler, karıncalarla vakit geçirir, kurbağa arar, kelebeklerin peşinden koşardı.
Çok sevdiğinizde, sevdiğiniz şeyle ilişkiniz değişir, onun da sizinle.
Kavanozda beslediği balıkların başında saatler geçirirdi.
Parmaklarının ucunda tuttuğu yemi kavanozun etrafında dolaştırdığında balıklar elini izleyerek döner, yemi kavanozun ağzından yukarıya doğru uzaklaştırdığında yunus gibi zıplayarak kapmaya çalışırlardı.
Amik artık göl değil ovaydı ama yağmurlar bundan habersiz oldukları için inmeye devam eder, havaalanını, tarlaları su altında bırakır, evleri basar, göller meydana getirirdi. Geceleri buralardan kurbağa sesleri gelmeye başlardı.
Baharın başlangıcı idi. (Hiç unutmuyor).Kurbağaların sesini duydu. Gölcüklerde binlerce kurbağa ötüyordu. Geç saatlerde oraya gitti. Asfaltın karanlık, çevrede binaların olmadığı bir yerde durdu. Bastığı toprak ıslaktı.
Başını kaldırdığında soğuğun berraklaştırdığı karanlık gökyüzünde yıldızları gördü.
Oradan gelen, başka, daha mutlu dünyaların ışıltıları mıydı?
Ama oraya yıldızları seyretmeye değil kurbağaları dinlemeye gitmişti. Şimdiye kadar bu kadar güçlü, bu kadar büyük bir alanı dolduran bir ses duymadı. Sesler geceyi dolduruyor, başka bir sese izin vermiyor, tek bir ses haline geliyordu.
Bu ses onu da doldurdu.
Durup saatlerce dinledi. “Uçsuz bucaksız sonsuzluğu dolduran, muhteşem bir senfoni gibiydi,” diye anlattı bana. “Kurbağa korosunun muhteşem senfonisi.”
E. zeki ve çalışkandı. “Hiç çalışmadan sınıf geçer,” denilen öğrencilerdendi. Derste dinleyerek öğreniyordu ve öğrendiklerini aklında tutuyordu. Özellikle fen derslerinde iyiydi.
Üniversitede biyoloji okumaya karar verdi. Ama annesinin başka planları vardı. Doktor olmasını istiyordu. Annesi doktor olmak istemiş ama erken evlendirildiği için üniversiteye gidememişti. Bu hayalini kızının gerçekleştirmesini istiyordu.
“Ama ben biyoloji okumak istiyorum,” diye itiraz etti.
“Biyoloji okuyup ne olacaksın? İşsiz mi kalacaksın? Doktor ol.”
O zamanlar annesinin karşısında zayıftı. Karşı koyamadı. Başvurusunu annesi doldurdu ve hep tıp yazdı. Aldığı puanlarla biyoloji okuyabilirdi ama tıbbı tutturamadı veya tutturmak istemedi. Üniversiteye giremedi.
Bir evde istediğini okuyamadığı için mutsuz olan bir kadın vardı, iki kadın oldu.
Sınavlardan birkaç ay sonra üniversite, idari memur almak için ilan verdi. Gene annesinin baskısıyla başvurdu. Üç bin başvuran arasında beşinci geldi. Antakya’ya taşındı. İşe başladı.
Bir evde istediğini okuyamadığı için mutsuz olan bir kadın vardı, iki kadın oldu
Aradan yirmi seneden fazla zaman geçti. Çocuk yapmadan iki defa evlendi ve boşandı. Hala aynı işte çalışıyor. Gözleri hala çiçeklerde ve böceklerde ve hala biyoloji okuyamadığı için yanıyor.
E. bana bunları yolda anlattı.
Daha çok ara yolları kullanarak Antakya’dan Malatya ve Elazığ yoluyla Türkiye’nin en hazin yerleşim yeri olan Harput’a gidiyorduk.
Keban sularından feribotla Pertek’e geçtik. Kasabanın dışındaki bir manavdan domates kokan tatlı, iri domatesler ve kayısı aldık.
Eğrice’de, Hazar Gölü’nün kıyısındaki tenha bir otelde kaldık.
Tunceli’de çay içtik, sokaklarını dolaştık, ama orada kalmadık.
Ovacık’a gitmek için yola koyulduk.
Bu yol dik, ağaçlıklı dağlar arasında akan Munzur Nehri’nin yatağını izler – nehir gider, yol gider, siz gidersiniz. Tenhadır. Ne bir köy, ne çoban, ne de araç.
Sık sık durup yol kenarında çıkan çiçekleri izledik. Bu nedenle yavaş gidiyorduk.
Arabayı E. kullanıyordu ama gözü yol kenarındaki yeşillikler içindeki çiçeklerdeydi.
“Gördün mü? “ diye bağırarak arabayı yol kenarına çekiyor inip çiçeklere bakıyorduk.
Kırmızı şakayığı da o gördü. Nehrin yanında bir düzlük bırakıp yoldan uzaklaştığı bir yerde, ağaçların altındaydı. Üzerinde on bir çiçek vardı.
Çok az konuşurdu.
Arada bir konuşması açılırdı. Annesi ile ilgili olayı, evliliklerini, aşklarını bana böyle bir havaya girdiğinde anlattı. Ama bu halleri enderdi.
Bir gün kendini akıntıya bıraktığını söyledi. Sık sık işe geç gidiyor veya hiç gitmiyordu. Sabah kalkıyor, şehir dışında, kahvaltısı güzel olan yerlere gidiyor, uzun, yavaş kahvaltılar yapıyordu.
Yiyemeyeceği kadar çok yemek ısmarlardı. Çatalı, tabakların üzerine kuş gibi bir konar bir kalkardı.
Birkaç defa ben de bu kahvaltılarda bulundum. Gözle görülür bir zevkle yiyordu. Hepsini bitirmeden bırakırdık.
Özel bir yemek için uzaklara gittiği oluyordu.
“Buranın kebabı güzel,” diye beni de böyle yerlere götürdü.
Nerede isterse orada takılıyordu. Kitap okumayı bırakmıştı. Telefonu sürekli sessizdeydi. Arayanlardan istediğine cevap veriyordu.
İstese üniversiteye girebilir, biyoloji okuyabilirdi ama şu an böyle bir isteği yoktu. Boş gezmek istiyordu. Boş gezenin boş kalfası olmak istiyordu.
*
Her çocukta, küçük yaşta ortaya çıkan bir yetenek var. Bu yetenek o çocuğa hayatın seçtiği yoldur. Mutlu olması için bu yeteneğinin işaret ettiği yolda yürümesi gerekir. Anne babanın görevi bu yeteneği görmek ve desteklemektir.
Sebat etmek, (kararında direngen olmak, sonuna kadar uygulamak, sonuna kadar sürdürmek) asla ve asla vazgeçmemek, başarının en önemli şartlarından biridir.
Birinci kuralı E.’nin annesi çiğnemişti, ikincisini kendisi.
*
Geçen yüzyılın en büyük İngiliz şairlerinden Philip Larkin’in (1922-1985) en ünlü şiirlerinden biri “They fuck you up, your mum and dad,” diye başlar.
Şiir, insanın hayatının anne babası tarafından “istenmeden” “heba” edilmesine dairdir.
“Mutsuzluk nesilden nesle geçer. Kıta sahanlığı gibi derinleşir. Kaç kurtul ilk fırsatta Ve çocuk yapma,” diye biter şiir.
Kaç genç kadının (ve erkeğin) hayatı heba edildi ve ediliyor Türkiye’de anne babaları tarafından ve bunların kaçı bu heba edilmenin sessiz işbirlikçisidir?
Düşünmek bile insanı depresyona yuvarlamaya yetiyor.