Şüpheler, endişeler, korkular, arzular, eksiklikler, tatminsizlikler. Rahatsızlık veren hatıralar. Yapılması ertelenen sıkıcı, ama kaçınılmaz işler. Senden istenenler ve senin başkalarından istediklerin. Gelen ve giden paralar ve ikisi arasındaki daralan mesafe. Yılların geçmesine rağmen çekiciliğini kaybetmeyen kadın memeleri...
Bu sesler beni çağırıyor.
İnsan olmak natamam bir hâl.
"Kendi kendimi analiz etmekten bıktım; tam ve mükemmel olan hayat değil ölümdür"
John le Carré’nin yeni çıkan kitabını okurken aklıma geldi bunlar.
Sabahleyin uyanınca aldım kitabı elime... Geceleyin yatağa götürmüştüm... Günü başka bir şey yapmadan okumakla geçireceğim.
Tıraş olmayacağım, tişörtümü ve pijamamı çıkarmayacağım, telefonlara cevap vermeyeceğim, yazı yazmayacağım, yemek pişirmeyeceğim, dışarı çıkmayacağım.
Kitap, Le Carré’nin en sevdiğim ve belki de en iyi kitabı olan Soğuktan Gelen Casus’un devamı.
Bir elimde kitap, diğer elimde çay fincanı, bahçeye çıkıyorum ve salıncak koltuğa uzanıp okumaya devam ediyorum.
Ama içimdeki diğer kişiler beni rahat bırakmıyor, çevremde dolaşan aç sivrisinekler gibi ısrarkeş, bir yerde olup başka şeyler yapmam için beni dürtüyor.
“Bankaya git!”
“Bugün yüzmeyecek misin?”
“Posta kutuna gelen kitap ve DVD paketleri daha kaç gün bekleyecek?”
“Öğleyin ne yiyeceksin? Gene mi kızarmış yumurta?”
Suçluluk duymadan herhangi bir şeyden zevk alma yeteneğine hiç sahip olamadım. Düşünsem bu sakatlığın nereden kaynaklandığını bulabilirim — ama düşünmek istemiyorum.
Kendi kendimi analiz etmekten bıktım.
Tam ve mükemmel olan hayat değil ölümdür.
Böyle şeyleri düşünmekten de – sığ felsefe yapma huyumdan yani — bıktım.
Çevrede sonbaharın sessizliği var. Bir trenin istasyondan ayrılışıyla diğer trenin gelişi arasındaki sükûnet gibi.
Tatil ayları sona erdi. Göçmen kuşlar gitti. Güneş kararsız. Hem serin hem sıcak. Bir esinti geliyor, serin. Esinti geçiyor, sıcak.
Sessiz ağaçlar daha da sessiz.
Bademin yaprakları sararmaya başladı. İncir ağacı son incirlerini veriyor.
"Benden bir, onlardan çok var; yenik başım önüme eğik, kitap elimde eve dönüyorum"
Toprak da ölü gibi, ama bu görüntü yanıltıcı; sayısız tohum filizlenmek için ilk yağmurları bekliyor. Suyu tadar tatmaz filizlenecekler ve teneffüs zili çaldığında dışarı fırlayan ilkokul çocukları gibi topraktan zıplayacaklar.
Kitaba geri dönüyorum.
Sivriler de kanımı emmeye geri dönüyorlar.
Bu vızıltılı kanatlılar, insana dünyada hiçbir zaman ve hiçbir yerde huzur olmayacağını hatırlatmak için yaratılmış olabilirler mi? Kan emmeden çoğalamamak gibi şeytani bir doğaya sahip olmalarının başka bir açıklaması olabilir mi?
Sivrinin insana bir yararı yok, görebildiğim kadarıyla. Başka yaratıklara da yok. Kendine yararı ne olabilir? Erkekleri beş ile yedi gün, dişileri — kan emen onlardır — iki hafta ile bir ay arasında yaşarmış. Bu kadar kısa bir hayattan ne anlıyor olabilirler?
“Ben sizin kanınızı emmeyeyim siz de benimkini,” diye mırıldanıyorum, elimde unutmaya başladığım kitabın arasına bir dalcık sokup yere bırakırken, ama dinlemiyorlar. (Haksızlık etmeyeyim — belki kulakları yoktur.)
Savaşı kabul ediyorum. Kolumdan kan emmeye çalışan birini “sivri iken yassı” yapıyorum. Birini havada yakalayıp kapalı avucumda eziyorum.
Ama benden bir, onlardan çok var.
Yenik başım önüme eğik, kitap elimde eve dönüyorum.
Kitap beni içine alıyor, her şeyi unutuyorum.