AK Parti hükümetinin son birkaç yıl içinde siyasi tasarruflarının ana ekseni “muhafazakâr demokrat”lıktan “muhafazakâr”lığı doğru ilerliyor. Bu süreç, Arap Uyanışı ile ortaya çıkan enerjiyi demokratikleşme ekseninden değil din kardeşliği ekseninde realize etme politikasının Suriye ve Mısır’daki başarısızlıkla paralel seyretti.
Dış politikada karşı karşıya kalınan siyasal başarısızlığın maliyetini Türkiye, iç politikadaki gerginlikle ödüyor. Ve ödemeye de devam edecek.
Gezi sürecinden itibaren siyasal dile hakim olan gerginlik, iradi bir tercih olarak toplumsal kutuplaşmayı her gün daha fazla arttırıyor. Arttırmaya devam edecek.
30 Mart öncesinden yazdığım iki yazının ilkinde; hükümete yakın bazı akademisyenlerin Başbakan Erdoğan’ın siyaset yapma tarzının 30 Mart sonrası yumuşayabileceğini söylediler. Bende bu köşede bunları yazdım
(http://t24.com.tr/yazarlar/murat-aksoy/31-marttan-sonra-erdogan-degisebilir-mi,8871).
İkinci yazıda da bunun neden mümkün olamayacağını yazdım
(http://t24.com.tr/yazarlar/murat-aksoy/30-mart-yerel-secimden-daha-otesi,8890).
Başbakan Erdoğan’ın bu gerilim düşürme şansı artık yoktur. 30 Mart öncesinde de yoktu, bundan sonra artık hiç yok. Bu gidişin sonu kaçınılmaz bir kopuştur.
Bu kopuşa giden köşe taşları vardır artık. Önceki gün Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde yaşanan olay, bu köşe taşlarından birisidir.
Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu’nın konuşması; uzun olabilir, muhalefetten rol çalma olabilir, Cumhurbaşkanlığı için adını öne çıkarma gayesi olabilir, hukuk dışında konularda da mesaj vermiş olabilir. Bunların hepsi mümkündür. Ama bunların hiç birinin karşılığı, Başbakan Erdoğan’ın tepkisi değildir.
Kabul edelim ki, AK Parti iktidarının ustalık dönemi içine doğdukları ataerkil zihniyetten uzaklaşıp ulus-devletlerin baskın zihniyeti olan otoriterliğe yol alıyor.
Yeni Türkiye’yi toplumsal farklılıklarla kurmak yerine çoğunlukçu bir yönetim tarzını tercih etmesi, özelikle dış politikadaki başarısızlık ve Gezi’den sonra toplumun belli kesimlerine karşı özgüvensiz yaklaşımı bunu göstermektedir.
17 Aralık’tan sonra cemaati hedefine koyan hükümet, son olarak Başbakan’ın ağzından; “Bu ülkeye ihanet edenlerin görevlerini değiştirmek cadı avıysa, biz bu cadı avını yapacağız, bunu da bilin” açıklamasını da duydu.
Peki Türkiye’de yaşadıklarımıza ne ad vereceğiz?
Türkiye otoriterleşiyor mu, yoksa iktidar kendi toplumsal düzenini mi kuruyor?
Yaşadığımız süreci anlamak açısından aşağıdaki satırlar bana açıklayıcı geldi. Okuyalım; “Otoriter zihniyetin toplumsal bir modele dönüşmesi ise genel ve kapsayıcı bir kontrol mekanizmasının varlığını gerektirir. ‘Bu denetim insanların nasıl davrandıklarını gözlemlemekle yetinmez, onlara nasıl davranmaları gerektiğini de söyler. Özgürlüğün bilgiye dayandırılmasının özgürlük alanını genişletmesi beklenirken, tam tersine özgürlük belirli bir bilgiye mahkum olur ve toplumun nasıl düşünmesi gerektiği de tepeden belirlenir. Böylece toplumun tepeden tırnağa tek bir sistematik içinde denetlenebilmesi mümkün kılınarak bir tahakküm düzeni oluşur.
Bu sistemin işleyişi, korkunun yasallaşmasına ve toplum tarafından içselleştirilmesine dayanır. İnsanlar iki tür korku içinde kalırlar: yönetimle anlaşamayanlar maddi/manevi baskı altında olmanın getirdiği korkuyu yaşarken, yönetime yandaş olanlar da gerçekliği otoritenin anladığı biçimde anlamama ihtimalinin endişesini taşırlar. Çünkü dış gerçekliğin aynen algılanması nasıl mümkün olamıyorsa; bu gerçekliği çok yakından takip etmekte olduğunu iddia eden otoritenin anlaşılması da sıradan insan için son derece güçtür. Bu nedenle otoritenin sürekli bir propaganda ve eğitim içinde olması gerekir. Bu eğitim kontrol olanaklarını artırdığı için yönetim tarafından istendiği gibi, yönetime ters düşmek istemeyen yönetilen kesim tarafından da talep edilecektir.
Bu süreç insanların robotlaştığı ve üstelik insanların isteyerek robotlaştığı bir süreçtir. Otoriter toplumsal yapılar düşünceyi bir kamu sahası haline getirerek, özel alanı tamamen yok ederler ve özgürleşme adı altında insanı dünyevi otoritenin esareti altına alırlar. Toplum edilgen bir yığına, militan bir aktif sınıf şeklinde ayrımlaşır. Sistemin tanımlayıcı ve belirleyici gücü, edilgen kesimi tam bir homojemzasyona doğru sürüklerken; militan kesim kendi içinde katı bir hiyerarşik yapıya dönüşür. … Otoriter zihniyet toplumu kategorize eder ve ancak “bilinçli” kategorisine dahil olabilenleri, tepeden ve alternatifsiz bir hiyerarşiye oturtur. Diğerleri ise mümkün olduğunca homojen, tek tip bir varolma biçimiyle sınırlandırılırlar.”*
Devletleşme mitosu
Yine makalenin başında şu satırlar var; “Görüldüğü gibi ontolojik anlamda birbirine zıt olsalar da her iki yansımacı yaklaşım da epistemolojik olarak aynı kategoridedir. Temel töz değişse de, tözler arasındaki ilişki birinin ötekine doğrudan veya dolaylı bir biçimde yansıyarak ötekinin niteliklerini belirlemesi şeklindedir. İlerde göreceğimiz gibi, ateist bir insanın aniden dindar olabilmesi, veya “sağcı” ideolojideki birinin aniden “solcu” kesilmesi bu açıdan hiç yadırgatıcı değildir. Çünkü söz konusu kişiler epistemolojik tavırlarının dayandığı esas varsayımı değiştirmemekte yalnızca temel aldıkları ontolojik varsayımlarının yerine bir diğerini geçirmektedirler.”**
Ne dersiniz AK Parti yönetimi otoriterleşiyor mu?
Yüzyıllar içinde oluşan toplumsal ve kültürel değişimleri göz önüne aldığımızda belki indirgemeci bir analiz olacak ama yaşadığımız süreçteki otoriterleşme belli ki devlet yönetmenin değil bizatihi devletleşme ruhunun bir yansıması.
@murataksoy
*Etyen Mahçupyan İdeolojiler ve Modernite, s.31-32-33. Mahçupyan, kitabın ilk makalesi olan “Epistemolojik konumlar, zihniyetler ve ideolojiler”de, tarihsel süreçte gerçekliğin kaynağından zihniyetlere, zihniyetlerden meşruiyet bulan toplumsal modelleri analiz eder.
** a.g.e., s.19