"Bürokrasi" pek sevmediğimiz bir kelimedir. Kullanımlarını sayabilsek ve analizini yapsak, herhalde bunların en az yüzde sekseninde kelime olumsuz bir çağrışım verecek şekilde söylenmiştir. Örneğin, "ipe un sermek" anlamında kullanılır. Çok zaman, "akıldışı" uzatmaları anlatır. Bir "gereksizlik", bir "fazlalık"tır. Neye göre? Şöyle bir örnek uydurayım: Çalıştığınız dairede, "Mehmet, şu makası bana versene" dediniz, Mehmet de verdi, iş bitti. Bir de "bürokratik model" kuralım: makas, "devlet malı". Diyorsunuz ki, "Sayın Mehmet Güzelsoy, taharri memuru, XWY kadrolu, masanızda durmakta olan, B kategorisinden Demirbaş Listesinin 26. Sayfasında zikredilen demirden, X model kağıt kesme makasını kayıt işleri masasından... Şinasi Türkkan'a... Şimdiden bayıldınız herhalde. Normaldir, bayılırsınız; ama ben bu yazıda "şeytanın avukatı" rolündeyim. Diyorum ki "akılcı" çerçeveler içinde bürokrasi yalnızca kaçınılmaz değil, ayrıca gerekli ve faydalı bir şeydir.
Hayat yürüyor, toplumlar gelişiyor, medeniyete katılan her yeni öge kendi yanı sıra kurallar, teamüller getirerek varolana ekleniyor. Nesnel kurallar olmadan hayatımızı idame edemiyoruz. On sekizinci yüzyılı düşünün: Cağaloğlu Yokuşunu çıkarken yanından geçtiğimiz "Vilayet" var. Eski "Bab-ı Ali". O tarihlerde devlet burada yerleşmiş oturuyordu, Sadrazam da burada oturuyordu. Şimdi İstanbul "vilayeti kaç yerde, kaç binada? Onların onda birini bu binada çalıştırmak mümkün mü? Şimdiki Türkiye Cumhuriyeti'nden birkaç kat büyük olan Osmanlı İmparatorluğu oradan yönetiliyor. Ama zaten "Kalemiye" adıyla anılan, bugün "devlet memuru" diyeceğimiz kadroların bu bütün içinde mevcudu üç bin, bilemedin dört bin dolaylarında: Belgrad'dan Basra'ya.
Peki, ne oldu da böyle bir değişim oldu? Bu sayılar nasıl böyle birbirine girdi? "Modernizm" denen şey başladı. Sanayileşme işin temelinde. Yazışma gerektiriyor. "Ekonomi"nin yönetimi gerek; "siyaset"in yönetimi gerek; "eğitim"in yönetimi gerek. Gün geçtikçe karmaşıklaşan "hukuk işleri" var. Uzatmayayım. Her şey bu sürecin içinde. Kurallar tesbit ediliyor; kurallar kuralları doğuruyor. Haberleşme, iletişim olağanüstü önem kazanıyor. Bu koşullarda "medeniyet eşittir kağıt kullanımı" diyebilirsiniz; "medeniyet eşittir bürokrasi" ya da "bürokrasi eşittir medeniyet" diyebilirsiniz. Modernleşmiş ve modernleşmeye devam eden toplumda varolmanın başka bir yolu yoktur. Bulunur mu, ondan da hiç emin değilim.
"Modernleşme" dedim ama anlatmaya çalıştığım şey insanlık varolalı beri var. Sanayi-sonrası toplumun prosedürleriyle kıyas kabul etmez, ama kayıt kuyut tutmak her zaman vardı; insanlar arasında "kişisel" değil "formel" ilişkiler her zaman vardı. Kral John'la soyluları itişip kakıştıktan sonra barışmaya karar verince, "Yahu, biz nerede anlaştık? Oturup yazalım şunu da unutulmasın" diyorlar, Magna Carta diye bilinen metni ortaya çıkarıyorlardı. Böyle bir metin orta çıkıyorsa bu John'la Jim'in nerede anlaştıklarını değil, adı, kimliği ne olursa olsun, şu konumda ve bu konumda olan insanların birbirleriyle ilişkilerinin nasıl yürüyeceğini belirliyordu. Kim kime ne yapabilir (hangi koşullarda), ne yapamazdı. Özellikle de: ne yapamazdı. Dolayısıyla "bürokrasi" aynı zamanda "demokrasi"ydi. Demokrasimizin bize tanıdığı haklar bürokrasinin kitabında yazılıydı.
Sıkıcı mı? Muhtemelen sıkıcı. Başka yolu var mı? Yok!
Pek çok insana sorun, "doğal hayat" sözü edin, "Aah ah" diye başlayan bir yakınmaya, yanıklanmaya girebilirler. Pek çok şeyin "eskiden" iyi olduğuna ve zamanla bozulduğuna inanç son derece yaygındır. Bunlar bana hiç doğru görünmez. Bir kere insanın insanlığını doğallıktan uzaklaşarak gösterdiğini düşünürüm. "Medeniyet", doğallıktan uzaklaşmak demektir. "Doğal" olsak teşekkür etmezdik, oturup müzik dinlemezdik ya da çiftleşme mevsimlerimiz olurdu. Doğal halimizde bir "gastronomi"miz olmazdı.""Hardal"ı icat etmezdik v.b.
Gelelim insan ilişkilerine. "Üretmek" denen eylem, "doğal" olan bir nesneyi insan için kullanılır (tüketilir) hale getirmek. Kaynağımız "doğa". Ama bugün kullandığımız, benim bildiğim hiçbir şey önümüze doğal haliyle gelmiyor. Ve "doğal nesne"yi "ürün" haline getirmemiz için -toplumsal varlıklar olarak- birbirimizle ilişkiler kurmamız gerekiyor. Bu ilişkileri verili koşullar içinde gene biz üretiyoruz. Yukarıda iyice kısaltarak anlatmaya çalıştığım gibi bu ilişkiler de "doğal" değil, "insani" ya da "kültürel". "Eşit" hiç değil; "eşitlik" doğanın bize verdiği bir şey değil, bizim düşündüğümüz, bir "ideal" haline, bir "değer" haline getirdiğimiz bir şey. Bu da soyut bir şey: "Ahmet'le Mehmet eşittir" değil; bütün insanlar eşittir. Ahmet'le Mehmet'i sevimsiz, cahil, kötü niyetli, namussuz bulabiliriz. Ama bu "bütün insanlar eşittir" önermesini geçersiz kılmaz.
Bunları bana yazdıran Bekir Bozdağ oldu!... Neden ve nasıl mı? Bekir Bozdağ'a geçen günlerin birinde televizyonda rastladım. Bozdağ, Tayyip Erdoğan'dan söz ediyordu. Çıkış noktası, toplumda Tayyip Erdoğan'ın kurmakta olduğu rejime muhalefet edenlerin başına yağan hapis cezalarıydı. Bunlar, evet, başına yağanların da, bu gibi olaylara duyarlı olan insanların da rahatını, huzurunu kaçırıyor; Tayyip Erdoğan'ın iktidarı devam ettikçe bu uygulamanın da devam edeceği, uzun boylu tahmin, öngörü gerektirmeyen bir şey, bir olgu. Bekir Bey bu duruma karşı bir "çare" tavsiyesinde bulunur bir eda ile bir şeyler söyledi. Hatırımda kaldığına göre, bir "özür dileme" yolu varmış. Bekir Bey, sanırım kendi yüzüne de "alicenap" bir ifade vermeye çalışarak böyle bir imkan olduğunu ve böyle yapılırsa Tayyip Bey'in de kendisini kızdıran kişiyi affedebildiğini, affedebileceğini söylüyordu. Dehşet içinde kaldığımı, kanımın donduğunu hatırlıyorum!
Çok eski zamanlarda, serflik, padişahlık çağında söylense belki fazla yadırganmayacak bir söz.
Feodal çağda Senyör Opresyon'un serfiyseniz, olabilir bir şey; Abbasi Halifesi İbn Curcuna'nın kuluysanız gene olur. Ama bugünün dünyasında akıl sır alır gibi değil. Herhalde Bekir Bozdağ Tayyip Erdoğan'ın kendisine danışıp bir "olur" almadan böyle bir açıklamada bulunamaz diye düşünüyorum. Ama böyle bir "olur" nasıl verilir, onu hiç anlamıyorum.
Yok, yanlış oldu. Yazar yazmaz şöyle bir düşündüm. Tayyip Erdoğan'ın şu son on yıla yakın dönemde yapmaya çalıştığı ve büyük ölçüde de yaptığı şey tam bu değil mi? Aslında büyük ölçüde "sözlü" bir "yönetme üslubu". Reis buyuracak, buyruk yerine getirilecek. Geçen gün de yazdığım gibi insanlık gelişmiş, bu gibi konularda yasalar koymuş, teamüller yaratmış, keyfi davranışları mümkün olduğu kadar zapturapt altına almaya çalışmış, kısacası Tayyip Erdoğan gibi kişilikleri kısıtlama altına almaya çalışmış. Şimdi Tayyip Erdoğanlar ellerine güç geçirdikleri oranda bu kısıtlamaları ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Onun için, öyle tahmin ediyorum ki Erdoğan "X'i içeri atın, çıkarmayın" diyor. Bunun o can sıkıcı kurallar filan arasında neyin neye uydurularak yapılacağını adamları kararlaştırıyor. Böyle olmasa "Biz de hamlemizi yaparız" gibi sözlerin bir anlamı kalır mı?
Tayyip Erdoğan "yönetim" denen şeyin idealinin bu olduğuna inanıyor. Dünyanın bu idealden uzaklaşmakla büyük bir yanlışlık yaptığını düşünüyor. Hiç değilse kendi sözünü geçirebildiği yerlerde bu yanlışı düzeltmeye karar vermiş.
Gene de, "özür dileme yolu var" tavsiyesi bana korkunç geliyor.
Murat Belge kimdir? 16 Mart 1943'te Ankara'da doğdu. İngiliz Erkek Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Aynı bölümde asistanlık ve doktora yaptı. 1969'da İngiltere'deki Sussex Üniversitesi'nde araştırmacı olarak bulundu. Christopher Caudwell ve Marksist estetik konulu teziyle 1980'de doçent oldu. Genç yaşlarda yaptığı William Faulkner ve James Joyce çevirilerinin yanı sıra 1964'ten itibaren Yeni Dergi, Papirüs gibi dergilerde çıkan eleştirileri, yorum yazılarıyla tanındı. Namık Kemal, Behçet Necatigil gibi yazarlar üstüne incelemeler yaptı. 1970'te Halkın Dostları Dergisi'nin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan darbe döneminde iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1974'te üniversiteye döndü. 1975'te Birikim dergisini kurdu. 1981'de YÖK'ün kuruluşunun ardından üniversiteden istifa etti. 1983'te İletişim Yayınları'nı kurdu, 1984'te Yeni Gündem dergisini çıkartmaya başladı. Denemelerini Tarihten Güncelliğe (1983), 12 Yıl Sonra 12 Eylül (1992), Edebiyat Üstüne Yazılar (1994) kitaplarında topladı. 1980'lerde Sadık Özben mahlasıyla düzenli olarak mizah yazıları yazdı. 1991'de Helsinki Yurttaşlar Derneği, Türkiye şubesini kurdu. 1997'de profesör oldu; 1995'ten bu yana Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde akademik çalışmalarını sürdürüyor. Marksist estetikten militarizme, edebiyattan yemek kültürüne, Osmanlı ve İstanbul tarihine dek birçok farklı alanda 26 tane kitabı ve çok sayıda makalesi yayımlandı. Halkın Dostları, Birikim, Yeni Dergi, Yeni Gündem, Milliyet Sanat, Papirüs dergilerinde ve Cumhuriyet, Demokrat, Milliyet, Radikal, Taraf gazetelerinde yazdı. Hale Soygazi ile evli. Kitapları - Tarihten Güncelliğe (Alan, 1983; İletişim, 1997) - Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek (Birikim, 1989) - Marksist Estetik (BFS, 1989; Birikim, 1997) - The Blue Cruise (Boyut, 1991) - Türkiye Dünyanın Neresinde (Birikim, 1992) - 12 Yıl Sonra 12 Eylül (Birikim, 1992) - İstanbul Gezi Rehberi (Tarih Vakfı, 1993; İletişim, 2007) - Türkler ve Kürtler: Nereden Nereye? (Birikim, 1995) - Boğaziçi'nde Yalılar ve İnsanlar (İletişim, 1997) - Edebiyat Üstüne Yazılar (YKY, 1994; İletişim, 1998) - Tarih Boyunca Yemek Kültürü (İletişim, 2001), - Başka Kentler, Başka Denizler 1 (İletişim, 2002) - Yaklaştıkça Uzaklaşıyor mu: Türkiye ve Avrupa Birliği (Birikim, 2003) - Osmanlı: Kurumlar ve Kültür (Bilgi Üniversitesi, 2006) - Başka Kentler Başka Denizler 2 (İletişim, 2007) - Genesis: "Büyük Ulusal Anlatı" ve Türklerin Kökeni (İletişim, 2008) - Sanat ve Edebiyat Yazıları (İletişim, 2009) - Balkan Literatures in the Era of Nationalism (Jale Parla ile birlikte, 2009) - Sadık Özben'in Toplu Eserleri (Helikopter, 2010) - Başka Kentler, Başka Denizler 3 (İletişim, 2011) - Edebiyatta Ermeniler (İletişim, 2013) - Başka Kentler, Başka Denizler 4 (İletişim, 2014) - Militarist Modernleşme-Almanya, Japonya ve Türkiye (İletişim, 2014) - Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik (Agora, 2006; Berat Günçıkan ile söyleşi) - Step ve Bozkır - Rusça ve Türkçe Edebiyatta Doğu-Batı Sorunu ve Kültür (2016) - Şairaneden Şiirsele / Türkiye'de Modern Şiir (İletişim, 2018) - “Siz isterseniz…” – Popülizm Üzerine Yazılar (İletişim, 2018) - Sanat ve Edebiyat Yazıları II (İletişim, 2019) Çevirileri - Hegel Üstüne: W.T. Stace - Martin Chuzlewitt: Charles Dickens - Döşeğimde Ölürken, Ağustos Işığı, Ayı: William Faulkner - Dublinliler, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi: James Joyce - Arabadakiler, Patrick White - 1844 Elyazmaları: Karl Marx - Bir Zamanlar Europa'da, Leylak ve Bayrak: John Berger - Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla: Leo Huberman - Yazıcı Bartleby: Herman Melville - Kayıp Kız: David Herbert Lawrence - Yurtsuzların Ülkesi: Dugmore Boetie - Lenin ve Felsefe: Louis Althusser (Bülent Aksoy ve Erol Tulpar ile birlikte) - Yanya Sultanı – Tepedelenli Ali Paşa: William Plomer |